ho! yeryüzü barınağı!
İKEA lı berger koltuk ve
tacoma
köprüsü’nün rezonanslar modu
!
Modernizm’in Köküne Kibrit Suyu Ekilmesi Gereken Mimarlık
Eğitiminin
iki Faili:
Düşüncenin İKEA lı Berger Koltuk olarak
Mobilyalaştırılması ve Tasarım
adına İnsani Faaliyetin
Evcilleştirilerek Haritalanması….
Gerçekte, toplamında hiç kimsenin mülkiyetinde olan ve mekansal olarak bütünlüğüne
imgesinin kendi bağımsız akılda kalma kaydını yaratmış Şehir denilen olguyu yavaş yavaş ortadan kaldıracak yeni
yüzyılların üniversitesi, yeni kuşak sosyalizasyonların başında yer alacaktır. Şüphesiz
böyle bir toplumsal halet_i ruhiye değişikliği birebir ölçeklerde eğitimsel
karşılaşmaların tüm içeriklerini ve biçimlerini de etkilemesi gerekmektedir. Bu
şekillenmeyi zorunlu kılan modernist eğitim paradigmasının sistematiği şöyle
işlemektedir;
1-İKEA tipi
mobilya mantığında, düşüncenin mobilyalaştırılması-nesne/anlam simetrisini-nesne geometrik düzenlenişiyle anlam üretir-
biçimiyle değil!- bağlaşıklığını- ön
kabul olarak görme, lineer üretim sistematiği içinde çıktı’lar olarak ürünün bileşenlerinin eldesi ve bu bileşenlerin kurgu ve montajının
‘ev’de’ yapılması-
2- modernist eğitim
paradigması, yaptıracağı projeyi yapacak öğrencisini de baştan imal eder.!.bu
muhatabının şahsiliğini tanımayan yerel-olmayan bir
ilişkilenmedir..yerel-olmayanla ilişkilenme taşeronluğunu ise akademiyacı güruh
yapar..!
3-Yaşanılan
dünyanın faaliyet ve güdülenmelerinin haritalanarak,her seferinde aynı yöntemin
işler kılınmasının sağlanması,
1/ düşüncenin İKEA tarzı
mobilyalaştırılması-
Modernist Akademiya’nın –ki başka bir akademiya Türkiye ve KKTC de mevcut
değildir_ eğitim paradigmasının üniversiter süreçlerdeki en yıkıcı
karakteristiği ‘düşüncenin’ mobilyalaştırılmasıdır. Akademiyayı neredeyse bir
yüzyıldır rehin almış bulunan modernist
mimarlık eğitimi paradigması sadece tasarım atölye /stüdyolarında değil Temel
Tasarım ve Tarih’ten başlayarak tüm ders içeriklerini yani tüm oturma biçimlerinizi örneğin Berger
Koltuğa indirger, demontable parçalara ayırır, ambalajlar ve bunu sanki sizin
etkinliğinizmiş gibi sizin adınıza üniversiter alem’de sirkülasyona sokar.Sizin
akademiya’cı olarak yaptığınız şey, en radikal tutumda dahi koltuğun kumaşını
değiştirmekten öteye gitmez,gidemez. Eğitimin tüm içerikleri hazır menü olarak
bir Berger Koltuk problematiğinde konsantre-usare-kıvamda katılaştırılmıştır. Eğitim
süreci boyunca ne yapacağınız, hangi güdülenmeler altında yapacağınız ,nasıl
yapacağınız,alacağınız sonuçlar,yapılanları sınama biçimleri,yükselme statüleri
için tüm gerekler , modernist paradigma tarafından formatlanmıştır. .Master
tezlerinin,doktoraların da tek hakimi İKEA’lı Berger Koltuktur. O güzel örnekte
olduğu gibi ; gemi umarsız kuzeye gitmektedir ama siz büyük bir yanılsama
içinde-o da iyi niyetli biriyseniz-, güvertesinde her yöne yürüyüş yapma
serbestliği içinde herhangi bir yöne
gidebilir ve kendi yolunuza gittiğinizi
sanırsınız.Oysa siz bir gemidesiniz ve bu geminin gittiği her yol İKEA tipi Berger
Koltuğa çıkmaktadır.Buradaki büyük insani sorun bu yanılsama değildir.Büyük ve
ahlakdışı olan Akademiyacı’nın bu durumu kendi öz etkinliği olduğuna kendini ikna etmiş
olmasıdır.Bu ikna çok kolay oluşmaktadır.Çünkü formel akademiya tezgahından
geçmiş olma tecrübesi, fason akademik hayatını kendi öz etkinliği sanmasını
empoze etmektedir.Daha önce başka insanların,arkadaşlarının yaptıkları, hocalarının dünyaya davranış
tarzının gözlemi ,karşı karşıya kaldığı hiyerarşik yapının gerçekte düşünme
eylemine yabancı bir ülke olduğunu fark etme,kendi gündelik yaşamında
üniversitenin salt kategorik bir zaman dilimi teşkil etmesi vd. Alıkonulmuş
benliği tüm akademiya hayatınca buzdolabına konulmuştur. Düşüncenin
üretilemeyeceğinin, düşüncenin kendi yaşamıyla yoğrulan bir oluşum ve
dışarıdaki hayatla karşılaşmalarının bir belirmesi olduğunu fark edememektedir.
Oysa İKEA tipi eğitim ona düşünceyi mobilyalaştırılmış olarak kullan diye vermekte
ve hedefi de göstermektedir. Cite İndex’ler, CCi’lar,Codex’ler, hakemli
dergiler,alıntılar,metodolojiler,tez jürileri, atölye/stüdyo jürileri hepsi
sizin üreteceğiniz düşünceye zaten a priori vakıfdırlar!.Sizin onlardan onay
talebinde bulunmanız yeter!Formata uygunluk yeter,ne yaptığınız önemli değildir!.Yaptığınız
şeyin hayatınızla ilgisi ‘hoca olmak,hoca kalmakla’ sınırlı olabilir!! Dolayısıyla
Theodor Kaczynski’nin dediği gibi sun’i etkinliğinize devamda hiç bir sorun
olmaz.Sizde artık öğrenmişsinizdir: ‘formatlı hocalık yapmak’ üniversite de
bulunma garantisidir.Ve çok önemli bir geleneği taşımaktasınızdır artık: başka
insanların,öğrencilerinizin de kendi kişisel denizlerine açılma merakı ve
arzusunun sizin tarafınızdan iğdiş edilmesi ve böylece Berger Koltuk eğitimine
adapte edilmeleri misyonu.Hiçbir çağda Bilgi
bu denli kirli bir silah olmamıştı.Çünkü herkes, gerçekte bu silahın sahibinin kendisi
olmadığını ilan ede ede bu silahı kullanmaktadır.
2/ modernist eğitim paradigması, yaptıracağı
projeyi yapacak öğrencisini de baştan imal eder.!.bu muhatabının şahsiliğini
tanımayan yerel-olmayan bir ilişkilenmedir..yerel-olmayanla ilişkilenme
taşaronluğunu ise akademiyacı güruh yapacaktır..!
İKEA cı Berger Koltuk ikinci olarak şunu yapar;bir aygıt oluşturmuştur örneğin
bir sismograf..Ve bu sismograf kendinden menkul kullanıcısı örneğin depremlerin
sonradan icat edilmesi fikriyle yaşama sokulmuştur. Önce sismograf sonra depremler imal edilecektir.Hem öğrenci, hem
hoca; modernizmin yarattığı ‘Hazır İnsan/Kullanıcı Tipine’ ‘barınak’ hazırlamaktadır.Bu in vitro insan tipi dir.Binaya saçak mı
yapılacak o saçak şimdiye dek yapılmış saçakların ortaya çıkardığı saçak
figüründe temsil edilmelidir.Hocanın görevi, bu saçağı ya direkt çizerek ya
açık bir imada bulunarak hocanın orada gördüğü saçak şekillenmesini talep
olarak öğrenciye aktarılmasıdır.Öğrencinin görevi ise Hoca’nın zihninde saçak
şeklinde dolaşan-eğer varsa tabii,öyle bir tilki çoğu kere yoktur ama var gibi
davranılır- tilkiyi avlamaktır.Bu ilişkilenme tüm Proje döneminde sürer gider.Hoca afaki ,oradan buradan gördüğü
şeylerin kendinde bıraktığı arşivlenmiş görsel tortuyu rest’i olarak öne
sürecektir.Öğrenci kendi dışında bir saçaklar dünyası ‘ olduğu sanısı edinerek ya oraya doğru
hareketlenecek ya da kendi görsel tortu arşivini dergilerden,internetten
oluşturmaya başlayacaktır.Hem Hoca’dan ,hem öğrenciden ‘’..Önce saçak vardı..’’-Primitive Hut !! -Ve sonra buna
Üniversite diyeceğiz.Yaşasın!!
Hiç bir koşulda genelleştirici –tipolojik ilişkilenmeler bu dünya da
önerilemez. Dünya zenginliğini bu ‘’önerilemezlik/öngörülemezlik’’ten alır.Modernizm’in
kavradığı dünya, su’dan önce bardağın,deprem diye bir şey o ana dek ortalıkta
hiç görünmemişken önce sismografın sonra
da bu sismografa uygun depremlerin yaratılması üzerinedir.Dünyada yaşanırlığın zorunluluğunu
atıl hale getiren, bağımsız,her şeyi öncelemiş verili bir tecrübe potansiyalitesi( apriority) üzerine
konuşmak Kant’çılığa mahsustur.Böylece kavramların sığınabildikleri Apriori ülkesinde kendilerine mahsus bağımsız
bir dünyası ve yaşarlılığı olduğu fikri
modernizm’i arkadan itip durmuştur.Estetik mi dediniz ? Evet 15 numara
..Bu duraktan hafta içi yarım saatte bir geçer…!! Bir de 15 M var ..O’nun
Mimarlığa uğrayarak gittiği söylenir ama 15 M’ye binmiş olanların estetize olarak o otobüsten
bir daha inmediği söylenir…!
Evet, her disiplin öğrencisini de yaratır!!.Bunu en güzel ‘Mimarlık Fakülteleri’ yapar.Öğrencinin
yaptığı şeylerin bahanesi olacak şeyler: ‘Yeşil’, ’Su Ögesi’,’Plastik Ögeler’, İşlev,Site Analizi,Form,Sirkülasyon,Çekirdek,Cephe,Taşıyıcı
Sistem,İhtiyaç Programı,Gerçek Hayat, Mimar Sinan,İşveren,Meslek,Mimarlar
Odası,Çarpık Kentleşme,Beton Yığınları, Piyasa..Kompozisyon, Doku, Çevreye
Duyarlılık,’Çalışan Plan’..yığınla sürdürülebilir
zırva..!!.. Çünkü hiç kimse şu soruyu sormaz,soramaz, tartışmaz, tartışamaz: Yahu madem
dünyanın nasıl olması gerektiğini biliyorsunuz da,niçin bunu kimse yapamıyor???Çünkü Pırasanın
uzayıp uzayıp da tam sona erdiği, pırasa olamayan başka bir dünyanın başladığı
uç’ta, tam o küçücük aralıkta, sinaptik bir
boşluk; Işığı, Suyu, Kloroplastları, Karbonu ve Oksijeni birbirine
derc ederek onlardan oluşan ama onlardan öteye açılma gücü taşıyan bir dünyayı
ışıtır: Belirsizlik Kuvveti..Oraya kadar
sizin düşünceniz olarak taşınan hayat , uç’tan itibaren olası dünyalar
adına sönümlenir. Heisenberg’te bunu böyle söylemiyor muydu!! İsterseniz
bunu laikleştirelim ,bu dünyaya indirelim ve
akademiyacıların Atölye/Stüdyolarındaki Proje derslerinde aynı soruyu
başka bir konumdan soralım; proje
yapılmadan önce tüm o yukarıdaki zırvalar,mimari
projenin nasıl yapılacağının şaşmaz
kriterlerini oluşturuyor ise nasıl oluyor da bu aynı malzeme ile herkes farklı bir şey yapma
eğilimi taşıyor?.Cevap eğer yorum
farklılığı ise, tüm bu verili bilgisel-lineer akışın kişisel bazda
kırılması ve öğrencinin kendi gerçeklik alanını ,bu kırılma adına önüne açabilmesi
gerekmiyor mu?‘sirkülasyon’, çekirdek’,Giriş’, saçak,algı,yeşil,işlev..…vs..tüm
bu kalıpları zedelebileyecek türden tek seferliğe mahsus ,kişisel zihni
alet-edevata ihtiyacınız yok mu? Atmaya yeltendiğimiz her zihinsel adımda ,
salt zaten bu zırva zerzevat’a adanmış,
formatlanmış bir dünyayı gerçekleyebiliyorsak ne olacak? Hiç karşılaşılmadık türden bir madde haline sahip ‘Urzzt’ gezegeninin
yüzeyini elinizdeki kazma kürekle kazamazsınız.-Bunların hiçbirini
yapamazsınız. Çünkü bir Kültür Merkezi ,Belediye Binası yapıyorsunuzdur, ya da
abuk subuk ‘ilginç’ olsun diye uydurulmuş bir proje konunuz vardır.Ama hep bir proje konunuz vardır. Hepsinin
karşılıkları tüm varyasyonlarıyla toplumsal hayatın arşivlerinde duruyordur.Proje
konusuz bu sistemi
yürütemezsiniz.Verilmiş ,verilecek Proje konuları modernist zihinde çoktan arşivlidir.Bırakın tasarım üzerine
ilişkilenme şartının proje konusunun
varlığına bağlı olmadan geliştirilebileceği fikrine sahip olmayı,Hoca,arşivden
dışarı çıkmaya yeltenen her insana anında müdahalede bulunacaktır:’’.. bu
olmaz..bu şöyle olmalı!.Amerikayı yeniden keşfetmeye kalkışma!’’..Bu düşüklüğe
,Oğuz Atay yaşasaydı: Hocam, geçenlerde paraya sıkışmıştım, saatimi rehin bırakmaya gittiğimde
vitrinde diğer eşyaların arasında sizi de gördüm.Guguklu saat’e yatıya mı
gitmiştiniz?’’ diye serzenişte bulunmaz mıydı?.Önceden formatlı bir dünyayı
onaylamak mimarlık eğitiminin tek alanı ise niçin bunca mimarlık
bölümü/fakültesi açılıyor? Bu tescil işlemlerini tek bir üniversitenin mimarlık
bölümü yapsa olmaz mı?. Hepsini sanki aynı kişinin,tek bir insanın yaptığını sandığınız ve sadece şekli
farklılıklar taşıyan ama hep aynı dünyanın dilini–modernizm- hep aynı romanda-mimarlık- kullanan tek tip projeler, hayatın şahsiliği karinesine aykırı ve gayri
insani yaptırımların birer sonucu değil midirler?.Kişi farklılaşması yok,okul
farklılaşması yok,kültür,coğrafya,yaş,sınıf farklılaşması ha-keza.Tüm bu
süreçler okulun mekansal yapısı,hocalar,proje konuları,öğrenci
aileleri,YÖK,müfredat programları,bölüm ,fakülte kurul toplantıları, atölye/stüdyo
sistemleri, jüriler hepsi aynı ‘’paket’in’’ içindeki küçük sosyalizasyon paketçikleridir.Yani
sonuçta bugün karşılaştığımız şeyler olsun diye icat edilmiş,güçlendirilmiş
yöntem,içerik ve biçimlerdir.Başka bir dünya için başka bir zihin
geliştirilmesi gerekmektedir.
3-Yaşanılan dünyanın faaliyet ve
güdülenmelerinin, insan-dışı dünyanın akışlarının haritalanarak,her seferinde
aynı yöntemin işler kılınmasının sağlanması..ya da; Pinokyo, bir mimoza
ağacına, yerde bulduğu uçurtma çıtasıyla burnunu karıştırmayı öğretmektedir.
Modernist Akademiyacının elinde iki nükleer reaksiyon silahı vardır;
1-Form kavramı,2_ İşlev kavramı. Yaşanılan dünyanın tüm faaliyet ve
güdülenmelerinin ve insan –dışı dünyanın tüm akış süreçlerinin haritalanması bu
iki kavramın statik ,Newtoncu,Öklidyan kaynaklarına oturtulur. Modernist eğitim paradigması hep
dile getirip yücelttiği biçimlerle aslında
hiçbir şekilde ilgilenmez. ‘Form..Form..’
diye yırtındığı şey geometrik
konfigürasyonlardır.Akademiyacıların, madde ontolojileri alanının en karmaşık kavramlarından biri olan Form’u ucundan
köşesinden olsun, kendilerine açıklayabilecek
hiçbir zihinsel donatıya sahip
değillerdir.Bu donatılar kendilerinde olsun arzuları da yoktur.(*1).
İşlev ise, uğraşmak
istemedikleri ya da kavrayamadıkları için çaba sarfetmeye değer bulmadıkları
bir dünyayı kendilerine ‘download’
edebilecek ‘ free-driver’ programlarından
biridir. Büyük bir öfkeyi hak ediyorlar! Çünkü bu uğurda kendilerinde
alıkoydukları şey genç insanların yaşam
momentumudur!! Hem Form, hem İşlev kavramları bu metnin sığasının izin verdiği
ölçekte ele alınacaktır.
Form ; etkisel düzenlerin -sığırcık sürüsü ve alıcı kuş kerkenez’in
düzenleri arasında- sahip olduğu mekansal
ilişkiler-konum gibi- takas edildiğinde beliren geçici bütünlüklerin
toplamıdır.Bu nedenle Form nihai-son- yapı değil ama sonlu bir yapıdır.Form varlığını
ilişkisel olarak söndürerek sonluluğunu edinir.
Aşağıdaki fotoğrafta, dalgalanmakta olan bir sığırcık sürüsüne avlanmak
için dalmakta olan bir kerkenezi görüyorsunuz;
Form, buradaki
ilişkilenmenin maddileşme tarzıdır. Mimarlık
zihni tarafından hiçbir zaman Formatlı
Şekil haline indirgenemez. Form içinden zamanı arındırabileceğimiz bir
kendilik değildir. Bu olsa olsa formatlı şekil
demektir. Aynı zamanda Form; olmaya gelme sürecinde bir düzen edinmeye doğru
kendini açan yapının karşılaştığı bir
başka yapı dolayısıyla maruz kaldığı ve bu yapıyı maruz bıraktığı etkilerin,
etkileşim arayüzünde ortaya çıkardığı oluş halidir. Form sabitlenebilir ,katılaştırılabilir,
statik bir olgu değildir.
uçma formu?!..konma kormu??..beslenme
formu??..
martı formunu işte bu martı temsil
etmek üzere seçildi!!
bu
bir kuş formu olabilir mi?!!
Modernizm bir uygulama kalıbı halinde önce Form tanımını, sonra dünyanın bir
parçasının bu tanıma uyarlı stilizasyonunu, daha sonra da bu stilizasyonun
geometrik konfigürasyonlarda temsilini yaparak yeryüzündeki yaşamı, Ay Kürenin
o soğukluğuna,yaşamsızlığına ve tekdüzeliğine
sürgün eder...Buna da Mimarlık der..!! Form adına kastedilen şey
akademiyacı’nın öklit geometrisi sözlüğünden oluşur. Geometri aynı Ahlak
gibi bir uygulama kalıbıdır. Önce
yapılandırılacak, geometrize edilecek bir ham idea tahayyülde belirmelidir ki
o’da maddileşmeye gitmek istesin ve kuvve’den-potansiyel oluş- cisme ,zihindeki transformasyonu uygulama
kalıplarınca taşınabilsin.Aksi takdirde, geçilecek bir sürecin kalıbını ,o
sürecin nihai oluşumu yerine koyarsanız tahayyüldeki ham idea değil,
geometrinin ta kendisi yalansı-nesne-quasi-object-
olarak maddileşir.Modernist eğitim paradigmasının, akademiyacı taşeronları
aracılığıyla okullardaki insan zihni kıyımı burada başlar.İnsanın düşünme
eylemi yoluyla ilişkilenmeye başladığı dünya ile kendisi arasındaki arayüze geometrinin zamandan ve mekandan
bağımsız -sub specie aeternitis- yaşlanmayan ve hiçbir yerde oturmayan olmaklığını yerleştirdiğinizde ,o insanın
dünyayla ilişkisini yalıtılmış kılarsınız ki bu öjenifikasyon ,faşizmin
insanlar üzerindeki yıkıcı bir siyasetidir.Çünkü siz benim her ilişkilenme
arzumu baştan zamansızlığın ve mekansızlığın hiçliğine iterek, varlık muhitimi
(lebenswelt) saydamlaştırırsınız. Mimarlık eğitiminde Akademiyacılık, faşizmin
öğrenciler üzerindeki politiğidir. Geometri aynı Newtoncu dünya görüşü gibi
Yerel_Olmayan bir karakteristiktir. Bir şeyle ilişkilenme adına seferber etmeye
çalıştığınız şahsiliğinizi ve
ait-olmaklığınızı boş uzayda mutlak bir
konuma kilitler ve sizi sadece hocaların
vakıf sizinde edinmek zorunda olduğunuz ‘oralarda bir yerlerde olan bilginin uydusu halinde anonim bir
varlık haline getirir. Mimarlık eğitimi konulu her toplantıda en az 5 kere
zikredilen usta-çırak ilişkisi talebi, öğrenci zihninin uydulaştırılması adına akademiyacıların meşruiyet talebinin ta
kendisidir.Dolayısıyla öğrencinin korelasyonlardan elde etmekten başka yolunun
olmadığı şahsi dünya bilgisi –praxis- nin yerini ,kritikler aracılığıyla
akademiyacı hocanın taşeronluğunca yönetilen yerel-olmayan bilgiyle öğrenci zihninin
iğfal edilme süreci almaya başlar.Tüm bu
ağdalı açıklamaları basit bir örnekle dünyevileştireyim: elinize bir tükenmez
kalem, A4 bir kağıt alıp üzerine herhangi bir büyüklükte ,herhangi bir üçgen
çiziniz. Sonra bir kibritle A4 ü yakınız.yanıp ortadan kalkan , başka bir şeye
dönüşen şey Üzerine üçgeni çizdiğiniz kağıt ve çizen mürekkep olacak ama üçgen
varlığını hala sürdürecektir.Çünkü hiçbir üçgen ısınmaz, yanmaz, buruşmaz, buharlaşmaz..Üçgen
elbette varlık sahibidir ama sadece etki olarak.Hoca ile öğrenci konuşurken
ilişkileri yerel-değildir.aynı mekanı paylaşmaları salt fizikidir. Zihinsel karşılaşmaları orada
olmayan bir şeylerce –Geometri, Ahlak gibi uygulama kalıpları ve İşlev, İhtiyaç
Programı gibi işlemcilerce(operatörler)-yönetilmektedir.Pinokyo, bir mimoza
ağacına, yerde bulduğu uçurtma çıtasıyla burnunu karıştırmayı öğretmektedir.Kerkenez
ile sığırcıkların karşılaşmaları da yani arayüzde beliren ilişkilenmenin
maddileşme tarzı her zaman şimdi’ye ve burada’ya ait olacaktır.Her zaman, her
seferinde hep başka bir arayüz maddileşmesi yani Form u olarak asla tekrar
edilemez ve tersinmez şekilde cereyan edecektir.Kısaca Form mimarlığın bize
öğretmeye çalıştığı statik bir bilgi
türü değil ,hoca ile öğrenci arasındaki
şahsiliklerin inşasını emprovize
gerçekleştirecek ilişkilenme
tarzının ta kendisidir.Mimarlık eğitimi jargonu Form lafını ağzına pelesenk ediyorsa bu
akademiyacılığın zerre kadar yerel-olmakta kifayetsiz kaldığı , ona durumdan
sıyırtma yolunu açtığı içindir.
Öklidçi Form’larından sonra şimdi de nekrofil Akademiyacıların İşlev dedikleri artık
ağızlarına sığmayan Newtoncu sakızlarına bir göz atalım:
Bir yapısallığın kendi bütünsel varlığına kavuşma sürecinde, kendi bünyesini dış dünyaya bağlama
koşullarından biri de İşlev kavramıdır. Yani İşlev yapısallığın
kurucu temel ögelerinden değil, artık orada durmakta olan entite’nin tahkim
edici bir bileşenidir. Yapı bütünlüğe doğru erişirken, sürekliliğini sağlamak üzere,
kendini dış dünyanın içinde yuvalandığı ve kendisinin de alt parçası olduğu
daha karmaşık bir düzenin işleyişi adına bünyesine İşlevi de yedirip devam eder.
İşlev yapının oluşum sürecinde edinilen bir işleyiş yönlendirimidir . Bütünlüğe doğru yapılanma
süreci devam ederken İşlev’de yapıda
gömülü bir belirme halini alır. İşlev bu nedenle durduk yerde test edilemez , işlerlik içinde ait olduğu yapıdan
ayrıştırılamaz bir yapıyı doğrulama kriterine dönüşür.İşlev bir feedback
mekanizmasıdır.Açıktır ki İşlev bünyede oluştuktan sonra İhtiyaç olanı tarif eder. Tasarım atölyelerinin kadim simsarlarının
yaptığı gibi önce ihtiyacın belirlenip-ihtiyaç programı- , sonra bu ihtiyacın işlevini oluşturmaktan bahsetmek, tatlı su
gölünün dibinde yüzerken bardağa göl suyu doldurup içmeye çalışmak kadar akla ziyan bir şeydir. Ve Akademiyacılar
bunu her Allahın günü –belki şu an da bile- mimarlık eğitimi diye yapmakta ,
eğitim demokrasisi gereği olduğunu ihsas ederek öğrencilerine kendi bardaklarınızı seçin! diye ‘adil hocalık’ gösterisi
taslamaktadırlar. .Ey öğrenci bardağını
seçebilme basiretin yoksa biraz literatür tara !,
boşuna Amerikayı yeniden keşfedecek seçme kriteri arama! denmektedir.İşlev
Fonksiyonuna !! geçmeden önce ben de Tasarım denilen şeyin tam da kendisinin ,başka başka Amerikaları her gün yeniden
keşfetmek olduğunu söyleyeyim ve düşüncenin seri katili bu cahillere bir hatırlatma yapayım; eğer Amerika defalarca ve farklı tarzlarda sürekli
yeniden keşfedilmese Amerika olarak bedene gelemezdi, gelemeyecektir.Hiç olmazsa
yaşamlarınızda birkaç dakika kendiniz olma haysiyeti gösterin.Kutup yerlileri, Kolomb
Seyahati, Blue-Jean’in icadı, Bob Dylan şarkıları,Kuzey-Güney
savaşları,Kızılderililerin asimilasyonu ,Batı Demiryolu,Ford’un T modeli
,hunhar Kennedy Cinayetleri, Hollywood , Vietnam yenilgisi, Siyam Balığı filmi
, Beat kuşağı ve Woodstock’lar, hatta menfur 11 Eylül saldırısı ….hepsi ama
hepsi Amerikanın yeniden keşfi
girişimidir.Hepsinde Amerika orada ve onlarla yeniden kuruldu.
şu cahillere bak
dünyanın sahibi onlar!! diyordu galiba Siya Siya Bend, o güzelim Fatih Akın
filminde..
Şimdi
17. yüzyıldan
beri matematiğin ana kavramlarından biri olan
işlev’in/fonksiyonun ne olduğuna
asli alanından yani matematikten bakarak hesaplaşmaya devam edeyim;
İşlevin matematiksel yani
biçimsel ve kuramsal tanımı şu şekildedir:
Her
için,
ilişkisini
sağlayan
bir ve bir tane
elemanı
vardır.
Bu durumda
üçlüsüne işlev adı verilir. İki tanım daha:
,
işlevinin tanım
kümesidir,
ise varış
kümesidir.
Fonksiyon, açık bir şekilde bileşenleri tanımlanmış iki kümenin eşleşme bağımlılığını gösteren işlemdir. Kümeler
birbirlerini var kılacak hayati zorunluluğun
dayattığı tanımlar değildirler. Fonksiyonlar, ikiside birbirinden farklı
karakteristiğin biraradalığının birbirleriyle sanal bağıntı koşulunu ortaya
koyarlar. Fonksiyonlar, elemanları bir küme teşkil ettiği varsayımından yola
çıkarak bir kümenin,yine elemanlarının bir küme oluşturduğu varsayılan diğer
bir kümeye doğru bağıntılandırılmasıdır.Yani
hazır bir kümenin sonra bir başka hazır küme ile bağıntılandırılması demektir. Akademiyanın mimarlık tasarımına
uyarladığı cinayet silahı olan İşlev-Fonksiyon jargonunun, nasıl atalet halinde donuk bir dünyayı
kullanabildiği burada açığa çıkar: Akademiyanın
işlev diye kastettiği şey, insanın faaliyetinin, insan yapımı fiziki
çevrenin bağıntısı haline getirilmesinin ta kendisidir. İnsan örneğin bir
binanın her elemanına bağıntılandırılan ayrı bir elemana -decoder- sahip kılınmalıdır.
Onlar için İnsan bina’ların bir fonksiyonudur. Hatırlayalım;
verilmiş bir
fonksiyonu,
'nın her elemanını bir biçimde
'nin bir
ve bir tek elemanına
götürür/elemanıyla ilişkilendirir.



Bu
akademiyacıların atölye /stüdyo simsarlarınca Bina’nın Fonksiyonel İşlerliği olarak sunulur. Durumu biraz daha
inceltelim; akademiyacıların jargonu ile Kültür merkezi ihtiyaç programında bir
Konferans salonu olsun. Konferans Salonu 300 kişilik ve
salon+sahne+fuaye+servisler=700 m2 alana sahip olsun.Öğrenci ye verilen ‘kritiklerde’(!)
şu cümle muhakkak geçecektir ‘’..Konferans Salonunun… hımmm….işlevi hımmm..…şöyle ..ya da…hımmm… böyle…vs..?’’..bu
boş bir konuşma,işleve dönük manasız bir
atıftır.Konferans salonu bir işlev
değil binadır. Matematik kökenine
göre işlev , kesinlikli olarak bir kümenin
kendi tanım aralığında bulunabilen bir
sabit niceliğin başka bir kümenin tanım aralığındaki tek bir
sabit nicelikte karşılık bularak o şeyle bağıntılanmasıdır.Yani
işlev/fonksiyon bir küme değildir.İşlev
bir yapının hep kendi üzerine düşen
kendi gölgesidir.Yok işlevle kastedilen insani faaliyetin türü ise o zaman
akademiyacıların büyük çıkmazı belirir; Konferans salonunun işlevi olamaz , zaten o bir işlevin
maddileşmiş statik düzenidir. Toplanma
işlevini gören sosyal mekansal bir
kategoridir. İşlevle kastedilen gerçekte toplanma faaliyetidir. Güzel de ben bir ağacın altında da
toplanırım..Tüm zamanların en iyisi Büyük Louis Isidore Kahn çıkar ‘’ okul bir
ağacın altında toplanmayla başlar’’ der..Konferans salonunda toplanma işlevinin
–ki toplanma işlev değil 3 temel insani faaliyet programından ; karşılaşma ,buluşma, toplanma’dan biridir,burada akademiyacı ağzından konuşma gereği bu şekilde
ifade edilmektedir- modernist eğitim paradigmacılarınca toplanma adına baştan
önerildiği açıktır.Yani bir kültürel ilişkilenmenin olma şartı bir
binada konferans salonunda yer işgal etmekten geçmektedir.Şimdi de kültür şüpheli haldedir.Çünkü bu talep ,’hadi bakalım çocuklar!! bir Kültür Merkezi
yapın!!’ talebi gösterir ki, Akademiyacı için aynen kendi hayatı gibi
kültür de kültür merkezlerinde
sporlanarak üretilebilen bir mantar türüdür.-belki ileride ,HO!
,akademiyacılar içinden daha iyi olanları
,‘kültür’ün bir oluşma değil ,insani bulunma tarzlarının toplum ya da doğayla
ilişkilenmesinde beliren çözünme’nin maddileşmesi olduğuna ikna edebilecektir- Sadece toplanma değil buluşma
ve karşılaşmanın tüm olası açılımları durdurulmuş, dondurulmuş ve ambalajlanmıştır.
Tüm İhtiyaç Programları gerçekte çizime dökülmemiş bir ve ‘tip projedir’. Öğrencilerin
yaptık zannettikleri projeler,aslında ihtiyaç programını ‘işlevlendirenlerce’
–atölye/stüdyo hocalarınca- çoktan yapılmıştır..‘‘Binanın bir bina fonksiyonu insani faaliyetin
yeryüzünde açılışa gelecek engin potansiyelinin, akademiyacı düşüklük
içinde dondurulmuş davranış
yönetmelikleri, uygulama kalıpları
halinde zapt-ı rabt haline getirilmesi söz konusudur.Sanırım iyi niyetlerle
götürüldüğü varsayılabilecek bir edim olamaz bu durum. Düşünün, atölye/stüdyo
da Jüri fikir birliği içinde, böyle
işlevlendirilmiş bir İşlev den bahsederken, aynı anda komşu sınıflardan birinde master tezi jürisi
yapılmaktadır ve Heidegger’in varlığın
kendini olmaya açmasından şehvetle bahsedilmektedir.Bir
öteki sınıfta ise mimarlık tarihi dersinde, skolastik felsefenin, arş-ı
ala’da son bulabilecek, mutlak mükemmel düzenine doğru kategorizasyonlar silsilesi oluşturmaya
soyunmuş Ortaçağ zihni olduğu anlatılmaktadır.(..ki bu bile iyimser bir
örnek.Mimarlık tarihi derslerinin, çoğu
okulda neredeyse merhum Faik Reşit Unat’ça verilmesi durumu vardır).. İşleyişin klinik
tanısını siz koyun..
sonuç
yerine:
alternatif değil asli eğitim ilişkilenmeleri
modu önerisi: rezonanslar diyalektiği..
’….Tabiattaki bütün sistemlerin
sahip olduğu bir tabii frekansı vardır. Bu sisteme dışarıdan herhangi bir
titreşim verilirse, verilen titreşimin frekansı tabii frekansa eşit olduğunda
rezonans denen hadise meydana gelir. Titreşimin genliği artar. Mesela asma
köprülerin belirli bir tabii frekansı vardır. Rüzgar etkisiyle köprü sallanmaya
başlayınca, frekansı tabii frekansa erişirse, köprü yıkılmaya kadar gider.
ABD’de bulunan bir asma köprünün_Tacoma_ rezonans sebebiyle yıkılması tarihi
bir vak’adır. Benzer şekilde masa üzerinde duran su bardağının da kendisine has
bir tabii frekansı vardır. Bu frekansa eşit bir frekansta ses çıkarıldığında
bardağın paramparça olması deneylerle görülmüş olaylardandır.’’
Rezonans Eşlenikliği yerkürede cisimler-şeyler arası ilginç bir etkileşim
türünün örneğidir. Kendi potansiyeli içinde içsel titreşimsel gerilimlere sahip
olan bir düzen etkileşime girebileceği türden başka bir düzenle karşılaştığında
içsel gerilimlerin enerjisi, titreşimsel düzlemde içinde bulundukları boşluğu
dalgalanmalarla genleştirmeye başlar ve bu boşluk genleşmesi sonsuza gitme
eğilimi taşır. Tınlama olarak tanımlanan bu eşleşme ve birbirini doğura
doğura hareketini sürdürme eğilimi başka
bir enerji formuna dönüştürülmedikçe ya da sistemin enerjisi
soğurulmadıkça teorik olarak hiçbir
zaman sona ermez. Bir tür düzen kırılması olarak ‘Uç’ örgütlenmelerinin yapısal
belirimi olan Rezonans Eşlenikliği yeryüzüne ait bir harmonik
korelasyon-uyumluluğun üzüm üzüme baka baka lıktan gelmesi-
yani Ahenk hali olarak ta
görülebilir. Fakat sonuçta Rezonans Eşlenikliği gerçekte düzen kırılması ya da
etkileşen sistemler arasında bir tür özdeşleşme halinden doğan simetri/denge
kırılmalarının da başlangıç düzeni olabilir. Bu yıkıcı sürecin devamında
kontrol dışı gelişen yeni bir oluşumun önü açılır. Bu yeni oluşum hem bir tür
bütünlük karakteri, hem rezonans’a giren sistemlere hiç benzemeyen yeni türde
dinamikler yaratır. Dolayısıyla düşünce etkileşimi için iki farklı etkisel
kaynağın birbirlerine doğru korelatif odaklar–birbirini dönüştürür etkileşime
uyarlı odaklar-haline gelmesi gerekir. Şimdi bu süreci okul içi tasarım
atölye-stüdyo çalışmalarında insan ilişkilerine uyarlamak için, bu türden bir
korelasyonun gerçekleşme koşullarına yoğunlaşılması gerekir. Önerilen şey bir
sistem değil ‘mod’ tur.Sürecin ‘rasyonalize edilebilir’ ve ‘rasyonalize
edilemez ‘başka başka yönlerinin olduğu su götürmez.’Rasyonalize edilebilir
‘yönü için birinci koşul, hoca-öğrenci
ayrımı yapılmadan henüz üzerinde hiç kimsenin çalışmamış olduğu ücra’da kalmış bir
tasarımsal problematiği keşif ve inşa için başlangıç koşullarının mevcut üzerinden yaratılmasıdır(geniş sondaj sahası ),ikincisi
yerellik
şartı (problemin şahsa aitliği ve araçların kişiselliği-aktive olma-) ve üçüncü
koşul problematiğin
muhit ’inin yeniden yaratılmasıdır-atölye-stüdyo mekanında ya da
değil-.Tüm bunların da sadece mimarlık ya da sadece eğitim kaygılarıyla değil
geniş yelpazeli, çok-kutuplu ,saçaklanıp,dallanıp budaklanmış ve gündelik yaşam
gereksinimlerinin ‘orada’ çalışarak tedarik edildiği bir sosyallik ortamında
filizlenmesi gerekmektedir.Yani tasarım atölye/stüdyosunun gerçekte ‘herşeyin üniversitesi’ olan bir ortamdan
türemiş herhangi bir vektörel büyüklük olmasını düşünün.Henüz kaynamakta olan
suyun yüzeyinde beliren ilk habbeler
gibi. Eğer bu sağlam dayanakları olan geçerli bir düşünceyse, gelecekteki
üniversitenin makro yapısında da radikal değişiklikler olacak demektir. Üniversite
mekan salkımının sadece yaşamın yeniden
tasarlanmasına ait komüniteler halinde örgütlenme gerekliliği kaçınılmazdır. Doğa Düşüncesi (şimdiki tuhaf
bilim-mühendislik karması ucubenin),Tasarım Düşüncesi (mimarlık başta
olmak üzere her tür türevinin) ve Toplum Düşüncesi (beşeri bilimler
alanı) ve ilgili komüniteleri, üç yeni araçsallık olarak şimdiki üniversiter
disiplinlerin ve yerleşim biçimlerinin yerini alacaktır. (*2)
Heyy!!
Mr/Mrs Academicianist..
Jesus
loves you more than you will know..
HO! too..
So coming soon.!..HO! will bury to you into your foul-smelling Project’s..
(*1): Akademiyacıların
hemen hepsinin, 10-12 sözcüğü aşmayan bir repertuarı papağan gibi 20 yıl tekrar
ede ede ‘öğrencilerinin zihinlerini’ nasıl sindirdiğini görmek için hemen en
yakınınızdaki mimarlık bölümünü ziyaret ediniz.
(*2) Bugün üniversiter bilgi
akışları totaliter sistematiğinin sinsi hamisi olan tıp eğitimi için tıp
yerleşkeleri üniversiter bir kategori olmaktan çıkacaktır. Hastane mekanlarının
gelişiminin etki alanı içerisinde, mikro-kentler olarak serpilecekler ve salt
tıp alanı ilişkilenmeleri içinde sürdürülebilen bir topluluğa evrilerek,
üniversite dışı sosyo-teknolojik altbirimler haline geleceklerdir. Bugün dahi mega-hospital’lerin , devasa 5000
yataklı hastanelerin yapımı söz konusudur ve mega –hospital’i kullanacak bu
kalabalık,dallanıp budaklanmış ,fiziki büyüklüğü içinde ezilmiş tek bir bina içine tıkıştırılmak üzere
organize edilmektedirler. Kaçınılmaz..! Patlayacaklardır..!.
* ho! yeryüzü kuvveti… bünyesinde yapılandırılacak olan tüm tartışma ve korelasyon
programlarında bu bildirgeler; Kenan Güvenç için bağlayıcıdır ve temel teşkil
etmektedirler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder