kuramsal çatışma bildirgeleri..!3/1KENAN GÜVENÇ_EYLÜL 2013
Edward Hopper
sorun nedir? FİNİTO…!.. (1.bölüm)*
no exit.!..mimarlığın işi bitti..!!
Üniversitenin artık mimarlık’ la gidebileceği hiçbir yer yok..mimarlığın, üniversite üzerinden taşıdığı zihinsel enerjisi tarihsel olarak tükendi. 19.yy ortalarından bu yana yaklaşık 150-200 yıl sürebilen kendini toplumsal hayatta geçerli tutma potansiyeli başka bir deyişle toplumsal hayatta aktive olabilme rezervleri, 20. yüzyıl nihayetinde sonlanmış bulunuyor. Kendini geçerli tutma potansiyeli modernizm’in mimarlığa yüklediği bir altyapı enerjisiydi ve çözündü gitti.bugün üniversite olarak tanımladığımız şey bu çoktan tükenmiş enerji rezervlerinin kalıntıları üzerinde over-design (aşırılanmış) bir entelektüaliteyi zorlama yaratarak, ite-kaka ve çaresiz şekilde gününü kurtarmaya çalışıyor.Böyle yaptıkça elindekileri de olacağından çok daha bir hızla tüketiyor.tabii sadece mimarlık değil mühendislikler de aynı çıkmazda ,keza tıp’ta..Üniversite geçerliliği için tarihsel dayanaklarını hala elinde tutmasına karşın karşın günlük hayatını sürdürmekte kullandığı ‘gerekçeleri’ ta dipten yitirmiş vaziyette.
Mimarlık sadece üniversitede değil piyasa denilen kendi kendisini güncelleme kabiliyeti barındıran bu kabiliyeti ile kendini sürdürebildiği ekonomik süreçlerde de rol itibariyle silinmiş durumda..Birçok neden sayılabilir bu büyük çöküş için ama en önemli darbe ‘megapolis-metropollerin’ varlığından gelip mimarlığı vuran şok dalgalarıdır. Modernizm; şehirden (city) mimarlığı 19 yy’da ayrıştırdı ve mimarlığı otonom bir yapılaşma alanı olarak lanse etti..Şehir’den ayrıştırdığı mimarlığın sadece paradigmalarını kurmakla kalmayıp O’nu kullanacak olan kesimleri de suyun içinde-ki bu toplumsal hayattır- yayılan yağ damlacıkları şeklinde tasarladı. Modernist beklenti; bu açılan ‘yapay’ yolda mimarlığın, içsel güç taşıyan, toplumsal hayat için ‘doğallaşmış’ bir ara bölgeyi teşkil edebilmesi , iktisadi olarak ise fizik çevrenin inşasında yeni sermaye yörüngeleri imal edebilme potansiyeli yaratmasıydı.Yani modernizm, insan yaşamı için gerekli fiziki çevre kaynaklarının ekonomiye sokulmasının bir aracı olacaktı.Ama evdeki hesap tarihsel akışlara uymayacaktı; iki dünya savaşı, Amerika’yı ,kıt’a Avrupa’sını ve Japonya’yı ağır ilerleyen ama kıvamlı-örgülü bir kapitalizm’in evrimi sürecinden , impakt etkili-kompakt sıçramalı gelişen kapitalizme evriltecekti. Artık, gelişiminde, bir öncekinin bir sonraki safha tarafından tanınmadığı, sıçramalarla son bulan , ardışık ama birbiriyle içeriksel olarak farklılaşmış yığınla irili ufaklı sürecin toplamı bir kapitalizmden bahsetmek kaçınılmaz olacaktı.Dolayısıyla şehirlerin mekansal yapıları da paralel bir evrime uğrayacak, birbirine yapısal olarak hiç benzemeyen türden mekansal kümelenmeler giderek, şehri tüm halleriyle tarifleyebilecek entegre bir imgeye doğru toplanacaktı.Yani süreklilikler içinde birbirini izleyerek gelişen sosyo-mekansal zincirleme reaksiyonların birleştirici fotografı olarak. Kıt’a Avrupa’sında tarihsel olandan gelen güç modernizm ile birlikte, başlangıç koşullarına bağımlı , gelecek zamanın ücra koordinatlarında kendini gerçekleştirme düşleri kuran planlamalara yerini bırakacaktı. Amerika ise zaten tarihinin gelişeceği yolun taksimetresini kendisi açmıştı bile. Diğer deyişle Zaman, in vivo (canlılık koşullarından mahreçli) olmaktan çıkıp , modernizm’in laboratuar koşullarında (in vitro) üretilebilen mamul haline getirilecekti.2.dünya savaşı sonunda modernist mimarlığın karşısında etkisiz kalacağı bir olgu belirmişti . Avrupa’da savaşın getirdiği yıkımlar nedeniyle , Amerika’da ise sermayenin yeni yayılma alanı olarak beliren bu olgu; fiziki mekan arzının barınma sorunuyla direkt ilişkilendirilmesi zorunluluğu olgusudur. Dolayısıyla bu durumun toprağında anında bitiveren ‘management procedure’ politikaları uyarınca imal edilen genel/anonim mekan anlayışı , Kıt’a Avrupasında yıkılmış şehirleri , Amerika’da ise artan ekonomik ivmenin tetiklediği suburb’leri-banliyöleri inşa edecekti.Kıt’a Avrupa’sında management patronları, inşa süreçlerinde mimarların hantal, keyfi,pahalı, destandardize hali ile oyalanamazdı..Mimarlığı meslek olarak kendilerine benzetmeleri gerekiyordu ve hızlandırılmış şantiye süreçlerine mimarı da dahil ederek, onun 20.yy başı ideolojik spirituel snobizmini de-burnu büyüklüğünü- asimile ettiler.(*1).Mimarlık meslek olarak 20 yy ortalarında inşai işlerin dünyasında eriyip giderken, şehirler, iki ayrı kıtada iki ayrı hasıl oluş süreci içinde peydah olmaya başlamışlardı.Kıt’a Avrupası savaşta hiç hasar görmemiş ya da az hasar görmüş şehirlerinde hemen tümüyle konut yapımına yöneliyor, Amerika ise, konutlar ile sivil- yönetsel binaları şehirleşme ekseni olarak entegre ediyordu. İşte bu farklılaşma içinde Amerika’da- yani salt konutun değil public- urban-transportation (kamusal-kentsel-taşımacılık) başlıklarını tek bir başlık altında toplayarak ve büyük bir yoğunlukla inşa ederek kendini sıfırdan kuran Amerikan toprağı, tasfiye ettiği Kızılderili halkların siyasi-yönetsel federalizmini de eksenine alarak, mekansal örgütlenmesini bir rotaya oturtuyordu.. Modernist entelektüalizm ; Amerika’ya, Nazi Almanyasından kaçan Musevi beyin gücünü , iktisadi pragmatizm’le (yararcılık) birleştirerek, güncelleştirilmiş yeni bir mimar tipini pazara sürme olanağı ediniyordu.Bu yeni mimar tipi ; tasarım ofislerini proje standartları yaratarak bina üretim tezgahına dönüştürmüş,’market’a hizmet eden prodüktör-mimarlardı. Prodüktörler, entelektüel kaygıları zayıf , pragmatistler topluluğu idi.Louis Sullivan gibi , pazar ile entelektüalist tutum arasında geçiş dönemi melezi olarak yaşayan istisnalar dışında prodüktör-mimarlar ile hantal Kıt’a kapitalizminin ağır Avrupa Modernisti Gropius tarzı mimarları arasındaki son zayıf bağları da bir Avrupalı Mies Van Der Rohe, zihinsel emeğin endüstriyalizasyonu mottosuyla koparacaktı: ’less is more’...2.dünya savaşından 10-15 yıl sonra şehirler yeni oluşa gelme tipolojisine girmişlerdi bile; biyolojiden bir terimle bu süreç Ontogenetik Oluşum süreciydi. Ontogenez’i, biyo-fizikçi Cramer; bir organizmanın başlangıçtaki o kimliksiz, ötekilerden farklılığı bulunmayan , ayrışmamış hücreden başlayarak, yüksek düzeyde farklılaşmış organize bütüne kadar olan gelişmesini tarif eden bir terim olarak açıklıyor.Dolayısıyla her ne kadar kendisini hala Baudrillard-vari nesnemsi şey örgütlenmesi olarak sunsa da birçok hücrenin birbirinden habersiz bir aradalığından dolayı, multi-ontogenez yapı olan şehirlerde sürdürülen mimarlık, her biri, ‘masif hücre’ si içinde kapalı dolaşımda olan ama bir etki olarak içerilmiş semptomlara dönüştü.Yani mimarlık 20.yy boyunca çevre iktisadının toplumsal kan dolaşım sistemi içinde organel olarak rol almıştı, fakat artık bir patoloji olarak çevre iktisadının yüksek tansiyonundan başka bir şeyi temsil etmiyordu.. Mimarlık, tarihsel olarak şehirlerin multi-ontogenez olma/sürme süreçlerinin dışına itilmiş olarak ve kendi gövdesinin ifadesi olacak otonom bir yapıyı temsil etme gücünden mahrum kalacak şekilde etkisi sınırlanmış bir alana hapsoluyordu.. Artık şehirler vardı!!-2.Bölümde ayrıntılı incelenecek- mimarlık bağımsız kapital kült’ünü-yani cemiyetini- temsil edebilecek gücü edinebilmek için ikna ve ima potansiyeline sahip değildi .Piyasanın alelade alt-faktörlerinden biri olarak şehrin iç uğultusunda erimiş durumda bulmuştu kendini.şehir karşısında mimarlık için no exit..! çağı başlamıştı.
Peki no exit..! çağında üniversiteye ne olacak?
Piyasa da mimarlık ,üniversitede de mimarlık eğitimi tükendi..Ama insan zihninin göreceli olarak henüz yeni ilişkilenmeye başladığı mekan ve zaman kavrayışları, modernizm’in kısır/natürmort nesnemsiler üretimi zonunu çoktan aşmış durumdadır..Modernist dünyayı fosil yakıt enerjisine yaslı bir hayat olarak tariflersek, yeni zihin ve taze eğilimler güneş enerjisi olarak bizi bekliyor.Yani insani bedenin teknoloji yoluyla protez inşa süreçleri, yeni türden toplumsal hareketlenmelerin itkisiyle artık zorlanmakta. Aranan şey başka bir şeydir.İnsanların bilgisayarları başında bir anlık duraksamalar-duraklamaları var..İnsan, bedenini unutabilme maharetine sahip değildir.Dolayısıyla tüm zihinsel çabaları nihayetinde bedensel bir deneyime yol açmak zorundadır.Yani dünyayı dolaysız-kişisel sınama yoluna.Bu kaçınılmazdır.(*2) kaçınılmazlığın gerekçeleri ise aşağıdaki satırlardadır.
iki şüphe..
Batı ;20.yy başında , kavrayışı denli pratiklerini de üzerine oturttuğu Newtonyan toplumsal hayat paradigmasının, iki önemli öne sürüm ile, sonsuza dek tarihe gömüldüğünü her daim göz ardı etti...Bu öne sürümlerin biri Özel Görelilik-Relativite Kanunu ile Einstein’a, diğeri ise Kuantum Belirsizlik İlkesi olarak Heisenberg’e aittir.... Einstein’ın özel görelilik kuramı etki-tepki, neden- sonuç arasındaki bağları birbirinden kopardı. Zaman/Gözlemci etkileşimine bağlı neden-sonuç ilişkilenmesinin, ancak bu ilişkilenmenin koşullarının yaratıldığı ortamla ilişkilenmeler üzerinden okunabileceğini vazetti. Zamanın, evrenin hangi noktasında olursanız olun aynı karakteristiğe sahip olmadığını, etki-tepki ya da neden-sonuç ilişkilenmesinin, her ölçekte aynı vargıya yol açan, birbirleriyle zincirleme içsel bağlar kurma anlamında gelişmediğini söyledi Einstein ; bu ilişkilenmelerin var olduğu biçimleriyle , evrensel hal yasası değil, koşul bağımlı algılamalar olduğunu kanıtladı. Diğer öne sürüm ise, kuantum fiziği kapsamında Heisenberg’in belirsizlik ilkesidir...atom ölçeğinde nedenin sonuca, sonucun ise nedene dönüşebildiğini, yani aynı anda bir şeyin hem neden hem sonuç olarak kendi üzerinde süperimpoze olabileceğini ,bu dönüşümün , nasıl ve ne zaman olacağını kestiremediğimiz bir sıçramaya tekabül ettiğini, çekirdeğin etrafındaki elektronun hız momentumu ile konumunun aynı anda saptanamayacağını – ya biri ya öteki bilinebilir- söyleyerek; Heisenberg bizleri tekinsiz sokağa açılan bir köşede yalnız bıraktı. Heisenberg , hem hız momentumunda içselleşmiş zamanın, hem de elektronun konumu olarak temsil edilen mekanın hem ayrışık, hem kaynaşık olduğunu söylüyordu.Daha ilginci gerçekte hem mekan, hem zamanın elektronun hareket tarzında potansiyel olarak durduğunu ve birinden birine doğru elektronu gözlemlediğimizde bu potansiyeli etki halinde aslında bizim oluşturduğumuzu yani elektronun zaman-mekansallığını bizim ona dokunmamızla oluştuğunu söylüyordu.Zaman-mekan kavrayışının atomaltı parçacık fiziğindeki bu yapısının, bizim ‘normal’ dünyamızın ölçeklerinde de sürüp sürmediğini ya da onunla nasıl ilişkilendiğini artık felsefi bir sorun haline getiriyordu.Fakat her iki öne sürüm de, birbirinin hem simetrisi hem de simetrik kırılması olan Newtonyan zaman-mekan çiftinin kimyasını bozmuştu.Elma mı yere düşüyordu? yoksa Yerküre mi ona gidiyordu? ya da düşme süresi boyunca artık elmalıktan çıkmakta ve bütünlüğü sadece süreksizliklerin hafızası (*3) haline mi gelmekteydi.?..Artık Newtoncu fiziğin Zaman/Mekan ayrışıklığına ilişkin her durumda geçerli evrensel bir paradigma olma tartışılmazlığına Kuantum Fiziğince nifak tohumu ekilmişti.
Newtoncu zaman –mekan kavranışının 19.yy arkasından gelen 100 yılı içinde gerçekleşen iki olay ; mikro dünya yasaları ile bizim gündelik hayatımızca tariflenen makro dünya arasındaki geçişsiz ortaklığa işaret etti.Her ikisinde de vaka failleri meçhul kalacaktı. Çünkü yanlış olmadığını düşündüğüm bir ifadeyle failsiz fiil çağına işaret ediyorlardı; birincisi, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları ,yani nötronla atom çekirdeğini bombalayarak, atom çekirdeğindeki proton ve nötronu, çekirdek kuvvetiyle bağlı olduğu yuvasından yıkıcı gücüyle beraber dışarı kovmaktı. Diğeri ise yol açtığı varoluşsal yıkım sonucunun aynı anda neden’e dönüştüğü, Dünya Ticaret Merkezine 11 Eylül saldırısıydı.
19.yüzyıldan başlayarak, uygarlığını tabiatla ilişkisine uyguladığı tek yönlü zor’undan sağan insanlık, yarattığı ikinci doğa’nın namlusunun gerçekte kendisine ve yeryüzündeki tüm yaşama dönük olduğunu, Hiroşima- Nagazaki ve 11 Eylül felaketlerinden sonra bile hala fark etmiyordu.
Ölçekleri itibariyle her iki olay da gerçekte Heisenberg ilkesiyle negatif diyalektik ilişkisini teşhir ediyordu; elektronun hız momentumunu ve konumunu aynı anda saptamanın gerçekte bir yolu vardı!!.. O da hız momentumuna, atomaltı ölçeklerden daha üst ölçeklerin herhangi bir katmanından, yabancı bir ‘konum’ şırınga etmekti. Yani evrensel kabul olarak kuantum fizik yasalarınca imkansızlık taşıyan bir ilişkilenmeyi inkar etmekti.Belirli bir ölçekte -atomaltı ölçekte- başka doğal ilişkiler manzumesi içinde etkileşimi olan iki ögeden birini-ki burada konum- nötralize ederek ; nötralize konum’un, Newtoncu ölçekte bir karakteristiğini adeta atomaltı ölçekteki varlığıymış gibi ,nötralize edilmemiş bir diğer ögeyle-yani momentum- ‘dışarıdan’ ilişkiye zorlamak.yani ölçekler arası kan uyuşmazlığını normalleştirme girişiminde bulunarak felaket üretecek bir akraba evliliğini örgütlemek.Sonuç; büyük insani ,sosyal ,doğal yıkımlara yol açan bir şiddet ve ardında bıraktıkları...Bomba haline getirilmiş bir yolcu uçağının , ABD’yi ,Kuzey-Güney savaşının arkeolojik derinliğine kadar sarsabilmesinin gücü bu durumdan kaynaklanıyordu.Artık ‘Yer’ yani ‘Place’ yoktu.Uzay boşluğunu bir toplu iğne ucu ile delebilirdiniz ve bunu yapınca önünüzde saydam bir bubble beliriyordu-kuantum dalga fonksiyonunun çökmesi gibi-Cereyan eden her şey yerel-olmayan (non-local )idi..Heisenberg haklıydı!! Ne 11 eylül ne de atom bombasının faili diye bir şey olamazdı.Çünkü fail elinizde ise vaka saptanamıyor, vaka vuku bulmuş bu kez ise faili belirsiz kalıyordu.Oysa El-Kaide bir ‘yer’ -‘Place’ vektörüydü, fail olmanın ölçek katmanında bulunamazdı.Saldırı yeni çağın bir ürünüydü ve El-Kaide bu saldırının olsa olsa birkaç butonundan biri olabilirdi..Bush Jr., Amerikan başkanları tarihinde Truman’la birlikte eblehlik seviyesini yükselten bir başkandı; durumu algılayamamış ve vaka’nın hiç olmaz ise ağır psikolojik yenilgisini gidermek için ‘yer’ üzerinden yapılan bir müdahale yani işgal ile 11 eylül ile hiç ilgisiz Irak’a, daha doğrusu büyük batağa girmişti. Bir çağ kapanmıştı oysa toplumsal hayatın yönlendirici kurumsallıkları hala eski çağın paradigmasının mirasını sürdürüyordu. Masanın üzerinden örtü çekilmişti ama yemekler de, yemek takımları da hala örtü çekilmeden önceki konumlarını masada koruyordu, işte üniversite artık entelektüel manada buydu:boşlukta salınan beyaz masa örtüsü..
Modernizm, mimarlık küresi içinde insanın çevre-geçirmez (enviroment-proof) doğasını ihlal etme suretiyle ideolojik mahreçlerini yarattı. Gerçekte biz insan olarak dünyadan ayrışmış ve dışarıda konumlanmış gözlemcilerden başka bir şey değildik. gözlemin yarattığı yanılsamalar ve saptırmaların bedenle olan biçimlenme korelasyonu bizlere akıl bahşetmişti ve ‘doğayı’ ancak belli çerçevelerin içine çekerek ve kategorize edip adlandırarak download edebiliyorduk. Modernizm, sanılanın aksine, insanın çevre ile ilişkisine organik gerçeklik diyebileceğimiz bir sav ile müdahalede bulundu. Bu sav; insanın içinde yaşadığı çevreye kendini yedirebilme entelekti bulunduğu savıydı. Uygun ortamlar sağlandığında, insan bir tür geçirgenlik içinde çevreyle ‘bir-bütünleşik’ olabilirdi. Bu uygun ortamlar modernizmin çekmecesinde veriliydi. Uygun ortamlar servisini ise mimar yapacaktı. Modernist mimarlık çevreyi bu kez mimarlık küresinin dili ile ‘ambalajlayarak’, belli kategorileri ve kullanma dilimlerinin içinde bu ambalajlı kategorileri depoladı.İçinde yaşanan bildik dünyayı modernist mod’lar kapsamında kurgulayıp yeniden kullanıma açmak için, indirgeme aracı olarak bu kategorizasyonlar 1900 lü yıllardan başlayarak yaklaşık 60-70 yıl boyunca hazır mimari menüler olarak piyasaya sunuldular.. Bu yoldan giderek çevreye dahil olmaya programlanmış modernist biyo-hücre metaforları –örneğin ‘yeşil kuşak’- şehirlerin ‘gelişme’ planlarının vazgeçilmez başlığı olacaktı.
İnsan dışı oluşmuş yabanıl fiziki çevreyi ortam olarak şehir yayılma alanlarının dışına hapseden modernizm aynı durumu kendi zihni içinde de dünyaya bakış mottosu olarak kendine dayatıyordu..Adolf Loos ‘un 1929 tarihli ‘Süsleme Suçtur’ makalesinde, bu başlıkla 50 yıl geçiren modernist historiyografi, makalenin hemen girişinde, primitif kültürlerin yaşam dünyasına ait yerel değerlerin, Loos’un temsil ettiği modernist kurmaca dünya tarafından, salt incelemeye tabi tutulması gereken türde sirk gösterisi olarak bodrumdaki antropoloji laboratuarına( *4) sürülmesini, tümüyle göz ardı edecekti. Loos, Papua’lıyı modernizmin cennetinden kovarken gerçek niyetini gerekçelendirir: insan, kendi kurduğu (modernist) yasa’ların dünyasınca yönetilmeli ve bu yasalara gelişme adına rıza göstermesi gerekli bir figürandır artık. Loos’un modernist dünyası dışında bir dünya artık yoktur.Loos makalenin ikinci paragrafında şöyle der:
Bir çocuk ahlaktan-azadedir. (aynı şekilde) bizim için ,bir Papualı da (öyledir).Papualı düşmanlarını doğrar ve bir çırpıda yer.(böyle yaptı diye )O, bir suçlu değildir.Fakat modern bir kişi herhangi birini doğrar ve bir çırpıda yer ise ,o suçlu ve yozlaşmış biridir.Papualı derisini dövmeyle,teknesini,küreklerini (süs ile) kaplar,kısaca (bu yolla)her şeye el koyabilir.o suçlu değildir.(oysa)Kendine dövme yaptıran modern biri hem yoz hem de suçlu biridir.
(A child is amoral. A Papuan too, for us. The Papuan slaughters his enemies and devours them. He is not a criminal. But if a modern person slaughters someone and devours him, he is a criminal or a degenerate. The Papuan covers his skin with tattoos, his boat, his oars, in short everything he can lay his hands on. He is no criminal. The modern person who tattoos himself is either a criminal or a degenerate. )
Modernist ideoloji, kendi tanımladığı bir büyüklük içinde, insani-toplumsal yaşam çevresinin inorganik, nesnemsi, yapay oluşumlar ile -ekspres yol ağları ya da Marsilya blokları gibi- yeniden yaratabileceğini öne sürmekteydi. Gerçekte modernistlerce öne sürülen şey, müdahalenin insandan doğaya doğru tek yönlü olma şartı idi. Buna olanak verecek şey ise, insanın; doğanın,yapay çevrenin ve toplumsal olanın zaman-mekansal bir parçası halinde yeniden şekillendirilebileceği inancıydı.Modernistlerin yarattığı hiçbir çevre, insanların kendi nişlerini bu çevrelerde bulabilecekleri yuvalanmaların mekanı olabilecek türden çevreler değillerdi. O binalarda, o şehirlerde, yer almaya başlamasıyla birlikte, modernistlerce binalara ve çevrelere kodlanmış yaşamı algılama biçimlerinin, kullanıcı insanların hayatına bir girdi teşkil edecek şekilde çözünecekleri düşünülüyordu. Ama öncelikle insanın kullanım prosedürlerine harfiyen uyacağı yapay çevreler yaratmak gerekiyordu ve bunun aktörlerinden biri de mimar ve mimarlıktı.. İnsanın modernizmden binlerce yıl önce doğanın vücudunda bir kesik olarak başladığı süreç, modernizm’le birlikte, insanın, kalın zırhına sızıntı yapamaz şekilde doğayı hapsetmiş ve insani dünyanın bir baltaya dönüşme süreci olarak tamamlanmıştır. Bu yargının hislerini edinmek istiyorsanız Edward Hopper‘ın ‘açıkta duran insan gözünden tasvirler’ resimlerine bakınız.
Tarımla ve evcilleştirme girişimleri ile birlikte başlayan ve modernist nesnemsilerle kalabalıklaşarak süren bu süreçte insan sonsuza dek doğada bir kesik olmaktan çıktı. Yaklaşık 12 bin yıl süren kuluçka döneminin ardından 19.yy’a kavuştu.19.yy’ın kendisi bir icattır ama kendisinin en büyük icadı entegre toplum fikridir. Kıt’a Avrupasında 19.yy öncesinde sadece kendi etki şiddetlerinin dar bir alanında moleküler ayrışıklıkların bir toplamı olarak beliren toplum formları, yerini her bir alt düzeni ait olduğu fabrikanın sonuçta ürettiği ürüne hizmet eden organların tanımladığı bütünsel, yekpare bir toplum formuna dönüşmüştür. Yani hepimizi seküler(laik) bir bütünlüğün yeni yekpare toplum formunda çözünmüş biçimleri olarak 19.yy yeniden kurdu.(devam edecek)
2.bölüm: yapacak hiçbir şey yok!
mimarlık mesleği küresel ölçekte artık devreler mühendisliğine (circuits engineering) dönüşmüştür.
3.Bölüm: her yerde sürdürülen yıkıcı İKEA tipi mimarlık eğitimine karşı kavrayış rezonansları mod’u!
( *1) Management tiranlarının hızlandırılmış süreçler ile mekan imalatına modernist mimarlığın ahlaki bir tepki yanıtı verememesi ise modernizmin kuruluş ilkelerinde zanaatı entelektüel düzleminden sıyırıp onu inşaat süreçlerinin salt teknik iş kalemi olarak ilan etmesiydi. Zanaat , modernistler için mekansal örgütlenmenin ayrıştırılamaz entelektüel potansiyeli değildi.zanaatkarın bu süreçlerdeki rolünün ortadan kaldırılmasının teorik kılıfı ta 19. yy sonlarından itibaren tektonikler paradigmasının devreye sokulmasıyla yürürlüğe konmuştu zaten
(*2)Gezi Protestoları da bu türden bir isyandır.
(*3) Aylin Çankaya –Sözel Kaynak
(*4) ’ikonik’ antropolog margaret mead’in samoa-yeni gine’de (papua) primitif kültürler yaptığı antropolojik alan çalışmaları tam da süsleme ve suç’ un (1929) yayınlandığı zamanda yayınlanmıştır.(1928-1930 )