16 Nisan 2014 Çarşamba

YENİ TOPLUM TİPİ (Bir Düşünce Taslağı)/ GEZİ için YENİ BİR BAKIŞ-Kenan Güvenç Nisan 16-2014
1950 lerden itibaren batı sosyolojileri başka bir toplum tipinin işaretlerini yaymaya başladı: Sekonder(İkincil) ya da Zayıf Akım Toplumlar… bunlar insanların bir alan bilgisi etrafında ve bu bilginin işlenmesiyle kurulan ilişkilere ait lineer/homojen toplum yapılarıydı: psikoterapi toplumu,hippi toplumu,futbol toplumu,bilgi toplumu,çevreci hareketler toplumu,parti toplumu,akademiya toplumu..…Bunlar ve benzerlerinin zaten her zaman olduğu , bu tip toplu(lukların) tarihsel olarak toplum fikri ile yaşıt olduğu bunun bir karakteristik olmadığı söylenebilir.Ve bir ölçüde de bu doğrudur.Fakat biraz daha derin bir kazı yapılırsa  şöyle bir köklü farklılaşma ortaya çıkar: 19. yy da ortaya çıkan entegre toplum yapıları 20 .yy ın ikinci yarısından itibaren bağımsız hücreler halinde bu bütünlükten çözünmüş  entite’ler haline gelmiştir.Ya da şöyle bir ifade daha açık olacaktır :insan artık  toplumsal yapının içine gömülü ,kurucu inşai bir öge olmaktan çıkmış, bu bağımsız hücreler arasında gezinerek her bir entite’ye rastlantısal savrulmalar halinde,  her seferinde farklı kimlik geçişleriyle toplumsallaşan , uğradığı sekonder tipi enfekte eden bir unsur'a dönüşmüştür.Bu farklı toplumsallıkların biraradalığı değildir.Çünkü belirli bir zaman ve mekanda biri içinde örnekte olarak  çevreci hareketler toplumu içinde bir öge olarak belirdiğinde diğer tüm sekonder toplum tipleri bilgi olarak zihinde saydamlaşmaya uğramaktadır.Hiçbir sekonder toplum tipinin komşu ögesi yoktur.Farklı sekonder toplum tiplerinin birbirlerine geçişim yaptığı hiçbir aralık yoktur.Kolyoz balığı uskumru balığının sekonderidir,zayıf akımıdır..Roman şiir'in,tercüme eser orijinal dilde olanın sekonderleridir.Sekonder sosyalizasyonlar içinde, farklılaşmış yaşam biçimleri kura kura yaşayan insan  bağlanma /bağlı kalma hususiyetini de çoğu kere öne sürüldüğü gibi yitirmemiş ;ancak bağlanmalarını geçici,süreksiz kılan birine dönüşmüştür.
Gezi Eylemlerinin arkasında boş uzayda yüzen sekonder toplum tiplerinin gezgin şahsiyetlerinin olduğu kanısındayım.Geri gelecekler mi?...Bu meseleyi ,bu düşünce taslağını geliştirirken metne dahil edeceğim..şimdilik bu kadar..KG

3 Mart 2014 Pazartesi

30 MART SEÇİMLERİ, GEZİ’NİN KURDUĞU ZEMBEREĞİ BOŞALTMAYA YÖNELİKTİR…HER VERİLEN OY (HELE CHP’YE…!) AKP HÜKÜMETİNİN ÖMRÜNÜ UZATACAKTIR!... YAŞASIN ŞAFAK BAŞGAN!!

Erdoğan alternatifsiz! Etrafında zeki adamlar var ve ortamı çok iyi okuyorlar …Erdoğan ,muhalefetin yolsuzluk karşıtı siyasetinin kurucu bir siyasi strateji olmadığının farkında..Bu salt destekleyici ve konjonktürel bir taktik olabilir,olsa olsa…Ülke,Erdoğan sayesinde doğaya açık ,pervasız saldırıların devşirdiği sermaye değer dönüşümleri ve aşırı sermaye aspirasyonları ile faz değiştirdi.Fakat sadece ekonomi ve sosyal yapı fazları dönüştü,politik faz ise bir önceki vesayet çağında takılı kaldı...Erdoğan fazla zeki değil ama gözükara davranabiliyor:“…Belediyelerin mücavir alan sınırı kalkacak,il idari sınırları belediye sınırı olacak..köy statüsünde hiçbir yer kalmayacak, her yer mahalle olacak.“(Denizli Mitingi konuşması).Ülkeyi bir duvar ve içinde yer aldığı çayırda otlayan inek olarak hayal edersek, bu duvar 10 yılda bisküvit örgüden tuğla örgüye geçti,inek te semirdikçe semirdi ve otlağından büyük hale geldi.Şimdi artık ineğin yeniden doymak için bu kez duvarı kemirmesi gerek..Bunu nasıl başardı!!?..Erdoğan; yarattığı AKP orta sınıfından bir iç ülke oluşturdu..Demokratik bir memlekette aslında ülke-mekana yayılı olması gereken genel politika alanını,sermaye hareketlenmelerini daha fazla kontrol amacıyla AKP lilerden yarattığı bu iç ülkeye kadar büzdü.AKP li olmayanları dışarıda bıraktı.Erdoğan, laikliğin devletin ideolojik bir aygıtı olduğunu (kulakların çınlasın Althusser…!) parti siyasetinin içeriği olamayacağını,olursa bunun laisizm olarak bu siyaseti güden yapıyı boğacağını da bir yerlerden öğrenmişti…CHP yi yolsuzluk siyasetine,MHP yi artık eseri kalmamış kırsal şehir siyasetine çekti…Ve sağ muhafazakar siyaset sektöründe rakipsiz kaldı..CHP sağ muhafazakar, laisist bir patlak lastiktir…MHP ise adam suya düşmüş boğulmak üzere iken ‘’yetişin!!.kurtarın…!. adam suyun dibinde açlıktan ölecek..!’’ çığlıkları atan bir retro.Sol siyaset demek,politik baz ile sosyal baz’ı, ekonomik baz aracılığıyla senkronize etmek demektir.Böylece aşırılanmış bir siyaset gücünün ağırlığını toplumsal hayata yedirmek suretiyle hafifleterek, parlamentarizm’i demokrasi algısı olmaktan uzaklaştırmak demektir.Sağ muhafazakar CHP; ölçek/faz değiştirmiş,karmaşıklığı tepe yapmış bir toplumsallığı ve iktisadı bir önceki çağın politik fazı–Demirel Makyavelizm’i- ile yönetmeye kalkışıyor.Kılıçdaroğlu ile, Sarıgül ile, Tekin ile hareket edebilecek tek isim Güniz Sokakta oturan Süleyman Demireldir. -gerçekten üzgünüm-CHP nin sonu hüsran… Kürt siyasi hareketi ise silahlı eylemle evrildiği için tüm çabalarına karşın sıkışmış,sivilleşme sıkıntısı çeken,nötr bir harekettir.Kendisini bugünün gündemi içinde tutmakta zorlandığı için dağınıktır.Kaygılarını ülkenin kaygıları haline getirememektedir.Bu nedenle HDP’de baştan ölü doğmuştur.Komünist ve sosyalistler ayrı bir hava.. Yaşanılan dünyayı idealize ederek,lafların içine tıkıştırarak,sıkıcılıktan öldürmekte ısrarcılar.Anlamıyorlar ,anlamayacaklar..Tarih, en çabuk sol kesimde kısa raf ömürlü ambalajlı ürünler koleksiyonu haline getirilmekte..Çok üzücü.. Şimdi Erdoğan sağ muhafazakar bir partinin lideri olarak biliyor ki ; sağ muhafazakar kesimden ne CHP ona rakip olabilir, ne de MHP…Erdoğan’ın çöküşünü, sol siyasetin yokluğu değil, sağ muhafazakar kesimdeki alternatifsizliği geciktiriyor,..Onun korkusu, Gezi’nin o maskeli kahraman Zorro’cu imgesidir. Fethullah Gülen’in Türkiye Demokrasisine yaptığı siyasi tahribatta buradadır: Gezi’nin sildiği Erdoğan’ı gündemde birincil hedef haline getirdi. Gezi, Erdoğan karşıtı gösterilerdir şüphesiz ama zamanda bir adım ileri gidilip bakıldığında daha fazla bir şeydir: yepyeni bir politik anayasadır,yepyeni bir yurttaşlık profilidir ve nüfus kağıdı bilgileri boş olduğu için muazzam bir umuttur. Ama bu Vaclav Havel ‘in umudu türünden bir umut:”umutlu olmak boş bir iyimserlik değil, geleceğe duyulan güvendir.“Gezi Türkiye Demokrasisinin yeni müziğinin sound’udur. Taksim’de, ‘’herşey kendimizden başlar ve sonra yarın yeniden ama yine bizlerden başlar’’ dediler insanlar bir kere..30 Mart Seçimleri, Gezi’nin sözlerini geri alamaz.. Biliyorsunuz; AKP bırakın Gezi’yi ,Korkmayan Fenerbahçe’yi bile teslim alamadı… Boş oy atın da, Türkiye Demokrasisi güzel şarkılar söylesin…Boş oy ,deneme değil etkin karar ve doğrudan eylem olacaktır.Bu seçimlerin hiçbir önemi yok..Sağ muhafazakar Makyavelist CHP sistem çöker altında kalırım korkusuyla Meclis’ten toplu istifa etmiyor.Yoksa bu rezil kepaze ifşalardan sonra Meclis’te kaldığı her an’ın, AKP yi tazeleyecek vakit kazanma olduğunun farkında. Al birini vur ötekine .Gezi hep önümüzde kalacak…HEPSİ GİDECEK..DEMOKRASİ KALACAK…BAZILARI YARGILANACAK…
Kenan Güvenç 

18 Şubat 2014 Salı

SON ÇAĞRI RAPORU; PHASELiS SON DEĞiL, TALAN YENi BAŞLIYOR..bölüm 1

(Phaselis Metinleri 1 ve 2 ; izin alınmadan fakat kaynak gösterilerek ,çoğaltılabilir,basılabilir,alıntı yapılabilir)







SON ÇAĞRI RAPORU;
PHASELiS SON DEĞiL, TALAN YENi BAŞLIYOR..bölüm 1

NEO-LİBERALİST AKP; PARA VE GÜÇ ADINA, TOPLUMUN TÜM ORTAK DEĞERLER ALANINA SALDIRIYOR. TAM DA ‘’TOPLUMUN ORTAK DEĞERLERİNİ KORUYORUM’’U AKP İKTİDARININ SLOGANI YAPARAK, BAĞIRA ÇAĞIRA…!!

‘’…Daha 13.yy da Onuncu Alfonso , Tanrının evreni yaratırken kendine danışsa çok faydalı öğütler almış olacağını iddia edebiliyordu.’’
                                                          Thomas Kuhn-Bilimsel Devrimlerin Yapısı
Hukuk mücadelesi elbette çok önemli.Göstermelik dahi  olsa sosyal açıdan değer teşkil eden şeyleri teknik pratiklere ya da pratik tekniklere doğru çekebilme kudreti taşıyor.Fakat soyut ve anonim (sözde..) olan yani kişiye göre değil vakanın anatomisi üzerine olması gereken yasaların hukuk sistemi aslında farklı bir işlev görüyor:kapitalist sistemin devlet yapısını bir arada tutan bir  harç ve toplumsal ilişkileri sermaye adına denetleyen bir meşrulaştırma mekanizması olarak işlev görüyor.yasalar  hukukun temel taşı olsa bile hukukun solunum sistemi dijital mantık ile çalışmaktadır.Her durumda  siyah ya da  beyaz, ya da 1 ve 0 devreleme’leri ile işlemektedir.Mutlak kesinlik iradesine kavuşma arzusu burjuva hukukun toplumu idealize edilmiş bir baskı üzerinde inşasının arkasındaki itici güçtür. Bu yüzden hukuk rejimi, rengi siyah ve beyazın tüm tonlarını barındıran bir yelpaze olan zaman mefhumunu hiçbir durumda  içinde barındırmamakla mücehhezdir.Yasalar yapısızdır, çünkü soyut olan yapısızdır.Yasalar toplumsal değerler üzerinde yükselen olayların burjuva devlet aygıtının bir arada tutulabilmesi ve meşrulaştırılma  kuralına bağlanması için bir teknikler yığınıdır.Burjuva hukuk sisteminin kuralları-yasalar-her seferinde  sermayenin sosyalizasyonları rafa kaldırılarak incelir ,gelişir.Hukuk sistemi bu ilganın normalleştirilmesi için yasama erkine muhtaçtır.Başka bir deyişle hayat olup biter ,yasalar, olup bitenin  arkasından gelir; bu nedenle hiç olmamış, ya da olması kestirilemeyen  bir olayın yasası da olmaz. Toplumsal yönetim erk’lerini ellerinde bulunduranların, büyük ölçeklerde-doğa,tarih ya da toplumsal ölçeklerde- , toplumun geri kalanlarının ortak paydası olan değerlerine saldırmalarının telafi edici hiçbir hukuku yoktur.Çünkü örneğin sosyalize edildiği an da bir zaman doğurucu olan doğa’nın kendisi aslında zaman parçası içermeyen bir akıştır:Doğa burjuva hukuk sistemi içinde salt idealize edilmiş olarak değil aynı zamanda  sosyalize edilmiş haliyle yer alır.Başka deyişle Doğa’nın hangi prizmadan Doğa olarak kendini gerçekleştirdiğini hukuk toplumsal hayata bildirmekle yükümlüdür.Mesela HES ile ilgili bir yürütmeyi durdurma kararı bir hafta geç tebliğ edilse o bir haftalık gecikme süresinde Doğa üzerinde gerçekleştirilmiş bir işlem 10 bin yılda giderilemeyecek,geri dönüşsüz bir yıkıma yol açabilir,ve sayılamayacak derecede örnekte açmıştır. örneğin İdare mahkemesi, Çevre Etki Değerlendirme Raporunun gerekliliği üzerine bu işleme yargı’da bulunur. Yargısına temel teşkil eden referans bilimsel açıdan Doğa tanımıdır.Ya da örneğin bu işlem kamu yararına uygun değildir diyerek sosyal açıdan Doğa tanımı referans alınıyor demektir.Oysa Doğa bırakın kategorize edilmeyi adlandırılamayan kendinde bir akıştır.Doğa’da ağaç yoktur,kuş yoktur,su yoktur,rüzgar yoktur ve fakat her şey bir arada,birlikte  işleyerek kendine özgü bir oluş haline gelir. İşte bu nedenle bugün insan eliyle Doğa yıkımları aslında dönüşümlerdir,Doğayı insanlık hiçbir zaman  tahrip edemez..Tahrip dediğimiz şey doğanın kendisini, bizlerin sosyalliğine yönelmiş olumsuz etki biçimlerine dönüştürmesidir-Bu gibi nedenlerle doğayı sermaye ve güç adına dönüştürenler, hukuku zaten geçersiz kılarak var edenler olduğu için, yapanın yaptığı yanına kar kalıyor.İstanbul’da Kuzey Ormanlarında yapımı süren 3.Havaalanını unutmamalıyız.Yine İstanbul Kuzey Ormanlarında, 3.Köprü ‘den bugün vazgeçilse bile,6 ay’da açılan yolların verdiği tahribat,tabiatın kendi tazeleme güçleri indinde  10-15 yılda zor telafi edilir durumda.Kaybın tam bir envanteri de asla çıkarılamayacaktır..
AKP nin, doğaya başta olmak üzere toplumun ortak değerlerine yaptığı tarihsel hiper-saldırının elbette rasyonelleri ,bir aklı ve mantığı var; Salt muhterislerin dizginlenemez iktidar ve güç talebi değil bunlar.Bu akıl Neo-Liberal bir akıl…Çok kısa olarak şöyle özetleyebilirim bu saldırgan ideolojiyi; evinizde yaşayan bir insan ve o insan aslında sizin varlık nedeniniz olsun. Aslında o hep orada olduğu halde siz o insanın oraya ne zaman geldiğini bilmemektesinizdir..Zaman içinde, evdeki hayatınız geliştikçe o insan da kıt bulunur vasıflara sahip olduğu için sizin birden farkettiğiniz çok değerli bir varlık haline gelsin.Aslında o insanın  evde unutulduğu o süre boyunca evin dışındaki hayat çok gelişmiştir .Dışarıdaki bu gelişkin hayatın biriken bir enerjisi vardır ve bu birikmiş enerji ya evdeki insan örneğindeki gibi zamanın etkilerinden uzakta kalmış  insanlar bulunup  onların üzerlerine  akıtılarak birikim baskısı başka enerji türlerine dönüştürülerek hafifletilecektir  ya da sistem, biriktirdiği bu gücü aktaramadığı için bu baskıyla  başka bir düzene doğru kendisini çökertecek krizler yaratacaktır..Ve bir gün; dışarıdaki güçler ,evinizdeki sakin’in varlığından haberdar olan size de hiç haber vermeden bu nadir değerli varlığı evinizden alıp apar topar dönüştürmeye götürecektir.Ve size bu insanın  yerine geçmek üzere,yani sizin  varlık nedeniniz yerine;  bir cam vazo, plastik çamaşır sepeti ve kışlık kömür vereceklerdir.Ayrıca unutulduğu için değerli hale gelmiş bu insanın kendine kurduğu yaşama çevresine de el konulmuş olacağı için, kendi evinizde sizin yaşama çevreniz de kaçınılmaz olarak iyice daraltılmış olacaktır. İktisatçılar işte tüm bu süreci neo-liberal politikalar olarak-ki bu sadece bir bölgesi- tanımlıyor.Örneğin David Harvey Yeni Emperyalizm kitabında mülksüzleştirme olarak bu süreci çok açık bir şekilde gözler önüne seriyor. [1] Size,hepimize  ait olana,Doğa’ya,dışarıdaki yabancılarca_burada bu rol AKP’nindir_ birikmiş sermaye fazlasını massetmek (absorb etmek) için inşaatlar,inşaatlar ve inşaatlar yaparak  el konulmasıdır söz konusu olan .Aslında durum çok daha vahim; teknoloji geliştikçe daha önce,  örneğin yollar yaparak değer-varlığını emdiğiniz tabiatın, teknoloji biraz daha gelişince, sunduğu araçların işaret edebildiği başka bir emilecek katman daha keşfedip ; örneğin Phaselis’e otel yaparak ya da örneğin herkese açık bölgelerin iktisadi kaynağı olarak-HES’ler- inşa ederek bir kez daha tabiatın değer-varlığını emebiliyorsunuz.,Tabiatın değer-varlık potansiyelinin sayısız kez bir sirkülasyon içine sokulması teknolojik gelişme sayesinde sağlanabilmektedir.Ta ki her yeri nesnelerle,yaşam aktiviteleri ile,binalarla,evcilleştirmelerle tümüyle insanlaştırılmış yani dünyayı insan yapısı nesneler içinde boğana dek …AKP’nin misyonu budur…Dinsel olanı da kapsayan politik güç aslında ikincil güçtür..İktisadi güç te ikincildir.Din ,sosyal adalet,milliyetçilik vd.hepsi iktidarların ikincil,tali güç alanlarıdır..Tüm iktidarların birincil, asli  güç alanı, kapitalizmin ‘fetihçi’- potansiyelini  harekete geçirebilme-kinetik- gücü alanıdır. Politik ve iktisadi güç ; fetihçi, kinetik gücün lojistiğidir. Toplumsal hayatın insanlaştırılmış –kentleştirilmiş- yayılmasının yolunu açtığı  ve aşırılanmış iktisadi  değer yüklediği toplumsal hayatın rezerv-dokunulmaz alanlarını, Neo-Liberalizm yani burada ,bu sırada AKP,doğayı kinetik gücün maddi kaynakları haline getirmekle yükümlüdür.. Bunu sorgusuz sualsiz yapar.AKP bunu sorgusuz sualsiz ve fütursuzca,merhametsizce ve topyekun bir saldırıyla yapmıştır ve yapmaya devam etmektedir.
                                                            Kenan Güvenç-Ocak 2014



[1] AKP nin mülksüzleştirme ağlarını
 http://mulksuzlestirme.org/ harikulade bir açıklıkta sergiliyor.

17 Şubat 2014 Pazartesi

NEO_LİBERALİZMİN TRUVA ATI :TURİZM ve PHASELİS.. bölüm 2



Bay TAMİNCE!! SİT ALANLARI SADECE YÖNETMELİK VE ÇİTLERCE BELİRLENMEZ ;TABİAT ,TARİH VE İNSANLARIN  BİR DE GÖRÜNMEZ ANAYASALARI VE DOLAYISIYLA SİT ALANLARI VARDIR::ORADA DEĞİL OTEL,DEĞİL BUNGALOW ; BUNG:: BİLE YAPMAYA BU  ANAYASA DOLAYISIYLA İZİN YOK…!

                    
Phaselis (C)ream’s in müteşebbisi Bay Fettah Tamince ‘’..otel değil bungalow yapacağız’’ demiş..Olmaz..Yaptırmayacağız..Nedenleri aşağıda;

İlk metin şöyle bitiyordu’’Ta ki her yeri nesnelerle,yaşam aktiviteleri ile,binalarla,evcilleştirmelerle tümüyle insanlaştırılmış yani dünyayı insan yapısı nesneler içinde boğana dek …AKP’nin misyonu budur…Dinsel olanı da kapsayan politik güç aslında ikincil güçtür..İktisadi güç te ikincildir.Din ,sosyal adalet,milliyetçilik vd.hepsi iktidarların ikincil,tali güç alanlarıdır..Tüm iktidarların birincil, asli  güç alanı, kapitalizmin ‘fetihçi’- potansiyelini  harekete geçirebilme-kinetik- gücü alanıdır. Politik ve iktisadi güç ; fetihçi, kinetik gücün lojistiğidir. Toplumsal hayatın insanlaştırılmış –kentleştirilmiş- yayılmasının yolunu açtığı  ve aşırılanmış iktisadi  değer yüklediği toplumsal hayatın rezerv-dokunulmaz alanlarını, Neo-Liberalizm yani burada ,bu sırada AKP,doğayı kinetik gücün maddi kaynakları haline getirmekle yükümlüdür.. Bunu sorgusuz sualsiz yapar.AKP bunu sorgusuz sualsiz ve fütursuzca,merhametsizce ve topyekun bir saldırıyla yapmıştır ve yapmaya devam etmektedir.
Bunu şimdi Phaselis’te AKP ve Tamince fütursuzca yapıyor.Fettah Tamince güç alanını etki-geçirmez (effect-proof) -su geçirmez saatler gibi- olarak yorumluyor.Yanılıyor.
Şimdi yukarıdaki fotoğrafa basit ,bungalow tipi birkaç küçük yapı eklesem;

 ne kadar zararsız değil mi?!!!


Ve Phaselis Cream’s in reklamını yapsam..



Ve bir yapılaşmamış hale geri dönsem;



1_Satılan şey Oda ya da Bungalow Kira Değeri değildir..,Tamince’nin elkoyduğu görünür şeyler ve görünürde olmayan şeyler vardır.ve el koyacak, hiçbiri için bir bedel ödemeyecek-ödeyemeyecek ama hepsini satacaktır; Torosları, tepelikleri, Akdenizi,ormanı,çam ağaçlarını,kumsalı …herkese ve tabiata  ait olup ta el koyarak satacağı görünmeyen şey’ler; sükunet,Phaselis; tarih merak ve hayret duygusu,enginlikler,yalnızlık duygusu.Gazetelerde ya da televizyonlarda bu görüntüleri yayınlamak hukuki olarak Tamince'nin hakkı değil mi?Evet, ama reklamlarıyla  sattığı şey'lerin-dağlar,orman,deniz- sahibi Tamince değil ki.Sorunu görünür hale getiren Phaselis Antik Kentinin varlığı.Phaselis Kenti olmasaydı çoktan iş bitmişti.Burada çok ama çok ilginç ve aynı oranda dramatik bir başka durum var o'da şu :Doğa üzerindeki yokediciliğimizin görüntülerini anında edinsek bile ,yoketme sürecini hem zaman hem ölçekleri itibariyle izleyemeyiz.Artık biliyoruz ki Doğa bize onu gözlem araçlarımızın verdiği görüntü kadar görünüyor.Aslında gözlem aracına göre kendini uyarlayıp bize ,bizim görmek istediğimiz şeyi bir aralıkta gösterip bizi tef'e koyuyor.(Bu konuda Stanislas Lem'in Solaris romanı ya da Kuantum Fiziği söylenecek herşeyi söylüyor )Dolayısıyla bir orman parçasını yok ettiğinizde orada yepyeni  bir doğa süreci başlatırsınız. Bu doğa  artık sizin aşina olduğunuz  türde bir şekillenmeye sahip olmayacaktır.Kendine yeni bir yaşam kılıfı ve hayat hareketi biçeceği için bir önceki türleri tedavülden kaldıracak yeni ve o alışılmamış ,bilinmedik ve en önemlisi bizim sosyal hayat dokumuza zarar verici yeni bir oluşa kendini taşıyacaktır.DOĞA'YA İNSANLIK ZARAR VEREMEZ.ONU KENDİ SOSYAL YAPISINA OLUMSUZ VE ÖLÜMCÜL ETKİLER TAŞIYABİLECEK YENİ BİR OLUŞA DOĞRU DÖNÜŞTÜRÜR.Bu sınır ister masif otel ister bungalow olsun eğer yapılaşmasına izin verilirse Phaselis'te aşılmak üzere midir ?Bir bakalım:Sorun elbette hukuki olarak SİT alanı sınırı olduğu kadar, kamusal yarar ilkesini çiğnemiş olduğu kadar ve daha da vahimi BU OLASI TESİS YAPILAŞMASININ ETKİ ALANININ YAPILDIĞI İNŞAAT METREKARESİ İLE SINIRLI KALMAYACAK OLMASI VE FOTOĞRAFTA DAHİ ANCAK BİR KISMI GÖRÜNEN DEVASA BİR BÖLGEYE VE ÇOK YÖNLÜ ETKİ OLARAK YAYILMASIDIR.[1]
İşte Kapitalizmin Doğaya ve dolayısıyla toplumsal hayata saldırısı bu kategoride gerçekleşmektedir:Turizm bu noktada saldırının meşrulaştığı bir gerekçedir.Hukuki alan, sermaye adına gereken düzenlemeleri turizm gerekçesiyle yapmaktadır.Ve hepimiz elimizde fotograf makineleri,tablet bilgisayarlar buralarda fink atıyoruz..Benzer yerler için tur’lara katılıyor,ucuz hafta sonu tatilleri için delice internet araştırmaları,booking’ler yapıyor,bazılarımız ekolojik,doğaya saygılı (!) masum ahşap bungalow’lar arıyor.
Yapılaşmanın yıkıcılığına  döneyim.Tesisler; 1-Yapılırken ve.. 2_Yapıldıktan sonra… geri dönülemez  büyük tahribatlara ve orman ve deniz vasıflarının bozulmasına dolayısıyla elden çıkmasına yol açacaktır:
1-İnşaat faaliyetleri; Kaba yapı,ince yapı ve çevre düzenleme faaliyetleri sırasında salt yapılacak binaların zemindeki izdüşümü kadar bir alanı değil, zorunlu olarak yapılacak büyüklüğün yaklaşık 3 katını-1000 m2 yapılacak ise 3000 m2- inşa ederler!!..Örnekteki bu fazladan 2000 m2 inşaat; şantiye servis yolları,şantiye binaları ve çevre düzenleme altyapıları için zorunludur..50 m2 bir zemine oturacak olan bungalow’un temel hafriyatında çalışabilmek için şev’li olarak açılması gereken alan: servis ve  tesisat uzantıları için  en az  120 m2 dir..yani siz 50 m2 lik bungalow için 170 m2  hafriyat ve tesviye yaparsınız.50 adet bungalow yaparsanız :8500 m2  zeminde inşaat faaliyeti:8,5 dönüm inşaat.!. sadece 50 adet 50 m2  zemin alanlı bungalow için.!.geçmiş olsun..Fakat bitmedi…!!
2-Yapıldıktan sonraki etkileri için sadece iki örnek yeterli olacaktır: 
birincisi; otopark ihtiyacı için gerekli olan alan düzenlemeleri ve gerekli drenaj ve tesisat kanalları bu alandaki orman yaşamının gerek duyduğu toprak üstü su,toz,spor,tohum,hayvan vd. hareketlenmelerini bloke edecek miktarlara ulaşacaktır.Tanzim edilen alan miktarı: otopark alanı içinde , en az 100 araç üzerinden 100x25(Araç işgal düz m2)+500m2 Servis yolu:3000 m2 dir.Yani 3 dönüm.Bu iyimser rakamlarla bile  zeminde toplam 11.5 dönüm gibi fiziki yapılaşma yapıyoruz anlamına gelse de,otopark zemin   blokajı alanda çok parçalı bir yayılma ile gerçekleştirileceği için etkilenen tahribat alanı en az 2 katına, yani 23-25 dönüm’e çıkacaktır.Her halükarda burada bir yapılaşma de fakto olarak SİT alanına taşacak bir etki alanına sahip olacaktır.Ormanın içinden bu büyüklükte bir parçayı çıkararak bu eksiltmeyi sürekli kılarsanız orman yaşamının çorabının kaçacağını ve yok edilmiş alan yüzölçümünün bir camda ilerleyen çatlak gibi genişleyeceğine de muhakkak gözüyle bakmanız gerekir.Çevre ekosistemler zincirinin tüm halkalarının  -Phaselis koyunda deniz  dahil- yapılaşmanın yol açtığı bu çorap kaçığından  telafi edilmez bir şekilde olumsuz etkilenmesi söz konusudur.Çünkü Phaselis Koyu denizden karaya ,karadan denize doğru her iki yönde çalışan EKOSİSTEMLERİN KARŞILAŞMA HATTI ve dolayısıyla olmazsa olmaz bir  YAŞAM EŞİĞİDİR.
Yapılaşma sonrası ikinci büyük etki örneğin çevredeki tabiat yapısının özellikle fauna ‘nın ,hayvan habitatının gece yaşamının- örneğin baykuşlar ve tilkilerin-  tümden müdahaleye  uğramasıdır.Saha ve otel veya bungalow aydınlatmaları çevrenin 'gündüz zamanını 12-15 saatten 21-22 hatta 24 saate çıkaracaktır.O zaman Baykuşların avlanma süresi 12 saatten 2-3 saate düşeceği için tüm baykuş topluluğu başka,daha uygun bir yaşam alanına göç etmek zorunda kalacak bu ise çevrede belli hayvan ve bitki türleri populasyonunun aşırı artışına , bir kısmının ise yok olmasına neden olacaktır.Dolayısıyla hayvan habitatındaki dönüşüm, bitki habitatlarının farklı bir kategoriye dönüşümüne sebep olacak ve her ikisi birleşerek orta vadede orman vasfının ortadan kalkmasına yol açacaktır.Bu sonuç yeni 2B arazisi üretimi demektir.Antalya bir lojistik merkez şehridir. Antalya’nın; merkezi bölgelere sahip olsa da ,şurası diyebileceğiniz bir merkeze Kaleiçi dahil hiçbir zaman sahip olamamasının mekansal koşulu budur.Gelişme sürecinde  turizm yerleşimleri mikro-merkezler olarak belirip mekansal olarak ta Antalya kent yapısını kendine bağımlı kılmıştır.Neo-Liberal vandalizm Antalya kenti periferisinde; otel,motel kampus yapılanmalarını arttırdıkça Antalya şehrinin fiziki büyümesini de öyle pompalamıştır ki Antalya Çevre Yolunda Antalya Şehrini 90 km hız yapan bir araçla  ile 1 saatte geçemeyecek denli ucubeleştirmiştir.Hepimiz biliyoruz ki Fettah Tamince’nin güç arzusu ile-salt para değil- yapacağı Phaselis Tesisleri  sadece Phaselis’e yapılmış olmayacaktır.Durum bu kadar vahim ve acımasız.. izninizle şimdi NEO_LİBERALİZMİN TRUVA ATI :TURİZM ve PHASELİS 1 deki alıntımı bir kez daha yapayım:
 Phaselis’e otel yaparak- - Truva atı turizm adına - örneğin herkese açık bölgelerin iktisadi kaynağı olarak-HES’ler- bir kez daha varlığını emiyorsunuz.Ta ki her yeri nesnelerle,yaşam aktiviteleri ile,binalarla,evcilleştirmelerle insanlaştırılmış kılana dek…AKP’nin misyonu budur…Dinsel olanı da kapsayan politik güç aslında ikincil güçtür..İktisadi güç te ikincildir... İktidarların birincil, asli  güç alanı; kapitalizmin ‘fetihçi’- potansiyelini  harekete geçirebilme-kinetik- gücü alanıdır. Politik ve iktisadi güç ; fetihçi, kinetik gücün lojistiğidir. Toplumsal hayatın insanlaştırılmış –kentleştirilmiş- yayılmasının yolunu açtığı  ve aşırılanmış iktisadi  değer yüklediği toplumsal hayatın rezerv-dokunulmaz alanlarını Neo-Liberalizm gücün maddi kaynakları haline getirir. Bunu sorgusuz sualsiz yapar.AKP yi Durduralım..Doğa ve sosyal hayatımız Phaselis'te yaşamsal tehdit altında.
                                                           sw                 imza: Kenan Güvenç
                                                                       -Üniversiter Mimar/Tasarımcı-
                                                                 ..Bunu da yazıyorum ki kendi iktidar ve erk alanımı birileri için düşünsel mana’da tehditkar hale getirebileyim.Yoksa umurumda değil.! Tilkiler.baykuşlar, çam kozalakları ve Phaselis taşlarının üzerindeki zamanın pası kurtulsun derdindeyim..

                 Phaselis tarihin ve tabiatın bir fikridir, Mülk edinilemez.!!                                                 
                                                                                                                                                 17.02.2014







[1] TMMOB Mimarlar Odası Antalya Büyükşehir Şubesi şimdiye dek çoktan Phaselis Dream’s mimari projelerini hazırlayanlar için işte bu nedenle Onur Kurulu soruşturması açması gerekirdi.Yapıp yapmadığını bilmiyorum.Yönetime bilgi için başvurup,durumu soracağım..

29 Kasım 2013 Cuma


Kenan Güvenç Basic Design Dersleri - Ayağa Kap 1

Kenan Güvenç ve Recep Üstün'ün Eskişehir Osmangazi Üniversitesi' nde 2007-2008 bahar yarıyılında yürüttükleri pilot atölyedir.
Kenan Güvenç tarafından "THE WINE NEVER BEGINS WITH THE GRAPE"
Recep Üstün tarafından "NON-BASIC IS CANONIC BASE"
isimli bildiriler bu atölye süreci sonunda Haziran 2008'de Amsterdam DesignTrain Congress kapsamında sunulmuş ve yayınlanmıştır.


Kenan Güvenç Basic Design Dersleri - Ayağa Kap 2

Kenan Güvenç ve Recep Üstün'ün Eskişehir Osmangazi Üniversitesi' nde 2007-2008 bahar yarıyılında yürüttükleri pilot atölyedir.
Kenan Güvenç tarafından "THE WINE NEVER BEGINS WITH THE GRAPE"
Recep Üstün tarafından "NON-BASIC IS CANONIC BASE"
isimli bildiriler bu atölye süreci sonunda Haziran 2008'de Amsterdam DesignTrain Congress kapsamında sunulmuş ve yayınlanmıştır.



Kenan Güvenç Basic Design Dersleri - Ayağa Kap 3

Kenan Güvenç ve Recep Üstün'ün Eskişehir Osmangazi Üniversitesi' nde 2007-2008 bahar yarıyılında yürüttükleri pilot atölyedir.
Kenan Güvenç tarafından "THE WINE NEVER BEGINS WITH THE GRAPE"
Recep Üstün tarafından "NON-BASIC IS CANONIC BASE"
isimli bildiriler bu atölye süreci sonunda Haziran 2008'de Amsterdam DesignTrain Congress kapsamında sunulmuş ve yayınlanmıştır.

18 Kasım 2013 Pazartesi

Kuramsal Çatışma Bildirgeleri..!3/1

           kuramsal çatışma bildirgeleri..!3/1KENAN GÜVENÇ_EYLÜL 2013


        Edward Hopper



 sorun nedir? FİNİTO…!..          (1.bölüm)*
no exit.!..mimarlığın işi bitti..!!
Üniversitenin artık mimarlık’ la gidebileceği hiçbir yer yok..mimarlığın, üniversite üzerinden  taşıdığı zihinsel enerjisi tarihsel olarak tükendi. 19.yy ortalarından bu yana  yaklaşık 150-200 yıl sürebilen kendini toplumsal hayatta geçerli tutma potansiyeli  başka bir deyişle toplumsal hayatta aktive olabilme rezervleri, 20. yüzyıl nihayetinde sonlanmış bulunuyor. Kendini geçerli tutma potansiyeli modernizm’in mimarlığa  yüklediği bir altyapı enerjisiydi ve çözündü gitti.bugün üniversite olarak tanımladığımız şey bu çoktan  tükenmiş enerji rezervlerinin kalıntıları üzerinde over-design (aşırılanmış) bir entelektüaliteyi zorlama  yaratarak, ite-kaka ve çaresiz şekilde gününü kurtarmaya çalışıyor.Böyle yaptıkça elindekileri de olacağından çok daha bir hızla tüketiyor.tabii sadece mimarlık değil mühendislikler de aynı çıkmazda ,keza tıp’ta..Üniversite geçerliliği için tarihsel dayanaklarını hala elinde tutmasına karşın karşın günlük hayatını sürdürmekte kullandığı ‘gerekçeleri’ ta dipten yitirmiş vaziyette. 
Mimarlık sadece üniversitede değil piyasa denilen kendi kendisini güncelleme kabiliyeti barındıran bu kabiliyeti ile kendini sürdürebildiği ekonomik süreçlerde de rol itibariyle silinmiş durumda..Birçok neden sayılabilir bu büyük çöküş için ama en önemli darbe ‘megapolis-metropollerin’  varlığından gelip mimarlığı vuran şok dalgalarıdır. Modernizm; şehirden (city) mimarlığı 19 yy’da ayrıştırdı  ve mimarlığı otonom bir yapılaşma alanı olarak lanse etti..Şehir’den ayrıştırdığı mimarlığın sadece paradigmalarını kurmakla kalmayıp O’nu kullanacak olan kesimleri de suyun içinde-ki bu toplumsal hayattır- yayılan yağ damlacıkları şeklinde tasarladı. Modernist beklenti; bu açılan ‘yapay’ yolda mimarlığın, içsel güç taşıyan, toplumsal hayat için ‘doğallaşmış’ bir ara bölgeyi teşkil edebilmesi , iktisadi olarak ise  fizik çevrenin inşasında yeni sermaye yörüngeleri  imal edebilme potansiyeli yaratmasıydı.Yani modernizm, insan yaşamı için gerekli fiziki çevre kaynaklarının ekonomiye sokulmasının bir aracı olacaktı.Ama evdeki hesap tarihsel akışlara uymayacaktı; iki dünya savaşı, Amerika’yı ,kıt’a Avrupa’sını ve Japonya’yı ağır ilerleyen ama kıvamlı-örgülü bir kapitalizm’in evrimi sürecinden , impakt etkili-kompakt sıçramalı gelişen kapitalizme evriltecekti. Artık, gelişiminde, bir öncekinin bir sonraki safha tarafından tanınmadığı, sıçramalarla son bulan  , ardışık ama birbiriyle içeriksel olarak farklılaşmış yığınla irili ufaklı sürecin toplamı bir kapitalizmden bahsetmek kaçınılmaz olacaktı.Dolayısıyla şehirlerin mekansal yapıları da paralel bir evrime uğrayacak, birbirine yapısal olarak hiç benzemeyen türden mekansal kümelenmeler giderek, şehri tüm halleriyle tarifleyebilecek entegre bir imgeye doğru toplanacaktı.Yani süreklilikler içinde birbirini izleyerek gelişen sosyo-mekansal zincirleme reaksiyonların birleştirici fotografı olarak. Kıt’a Avrupa’sında tarihsel olandan gelen güç modernizm ile birlikte, başlangıç koşullarına bağımlı ,  gelecek zamanın ücra  koordinatlarında kendini gerçekleştirme düşleri kuran planlamalara yerini bırakacaktı. Amerika ise zaten tarihinin gelişeceği yolun   taksimetresini kendisi açmıştı bile. Diğer deyişle Zaman, in vivo (canlılık koşullarından mahreçli) olmaktan çıkıp ,  modernizm’in laboratuar koşullarında (in vitro) üretilebilen mamul haline getirilecekti.2.dünya savaşı sonunda  modernist mimarlığın karşısında etkisiz kalacağı bir olgu belirmişti . Avrupa’da savaşın getirdiği yıkımlar nedeniyle , Amerika’da ise sermayenin yeni yayılma alanı olarak beliren bu olgu; fiziki mekan arzının barınma sorunuyla direkt ilişkilendirilmesi zorunluluğu olgusudur. Dolayısıyla bu durumun toprağında anında bitiveren ‘management procedure’ politikaları uyarınca imal edilen genel/anonim mekan anlayışı , Kıt’a Avrupasında yıkılmış şehirleri , Amerika’da ise artan ekonomik ivmenin tetiklediği suburb’leri-banliyöleri   inşa edecekti.Kıt’a Avrupa’sında management patronları, inşa süreçlerinde  mimarların hantal, keyfi,pahalı, destandardize hali ile oyalanamazdı..Mimarlığı meslek olarak kendilerine benzetmeleri gerekiyordu ve hızlandırılmış şantiye süreçlerine mimarı da  dahil ederek, onun 20.yy başı ideolojik spirituel snobizmini de-burnu büyüklüğünü-  asimile ettiler.(*1).Mimarlık meslek olarak  20 yy ortalarında  inşai işlerin dünyasında eriyip giderken, şehirler, iki ayrı kıtada iki ayrı hasıl oluş süreci içinde peydah olmaya başlamışlardı.Kıt’a Avrupası savaşta hiç hasar görmemiş ya da az hasar görmüş şehirlerinde hemen tümüyle konut yapımına yöneliyor, Amerika ise, konut­­­lar ile sivil- yönetsel binaları şehirleşme ekseni olarak entegre ediyordu. İşte bu farklılaşma içinde Amerika’da- yani salt konutun değil public- urban-transportation (kamusal-kentsel-taşımacılık) başlıklarını tek bir başlık altında toplayarak ve büyük bir yoğunlukla inşa ederek kendini sıfırdan kuran  Amerikan toprağı, tasfiye ettiği Kızılderili halkların siyasi-yönetsel federalizmini de eksenine alarak, mekansal örgütlenmesini bir rotaya oturtuyordu.. Modernist entelektüalizm ; Amerika’ya, Nazi Almanyasından kaçan Musevi beyin gücünü , iktisadi pragmatizm’le (yararcılık) birleştirerek, güncelleştirilmiş yeni bir mimar tipini pazara sürme olanağı ediniyordu.Bu yeni mimar tipi ; tasarım ofislerini proje standartları yaratarak bina üretim tezgahına dönüştürmüş,’market’a hizmet eden  prodüktör-mimarlardı. Prodüktörler, entelektüel kaygıları zayıf , pragmatistler topluluğu idi.Louis Sullivan gibi , pazar ile entelektüalist tutum arasında geçiş dönemi melezi olarak yaşayan istisnalar dışında prodüktör-mimarlar ile hantal Kıt’a kapitalizminin ağır Avrupa Modernisti Gropius tarzı mimarları arasındaki son zayıf bağları da bir Avrupalı  Mies Van Der Rohe, zihinsel emeğin endüstriyalizasyonu mottosuyla koparacaktı: ’less is more’...2.dünya savaşından 10-15 yıl sonra şehirler yeni oluşa gelme tipolojisine girmişlerdi bile; biyolojiden bir terimle bu süreç Ontogenetik Oluşum süreciydi. Ontogenez’i, biyo-fizikçi Cramer; bir organizmanın başlangıçtaki o kimliksiz, ötekilerden farklılığı bulunmayan ,  ayrışmamış hücreden başlayarak, yüksek düzeyde farklılaşmış organize bütüne kadar olan gelişmesini tarif eden bir terim olarak açıklıyor.Dolayısıyla her ne kadar kendisini hala Baudrillard-vari nesnemsi şey örgütlenmesi olarak sunsa da birçok hücrenin birbirinden habersiz bir aradalığından dolayı, multi-ontogenez yapı olan şehirlerde sürdürülen mimarlık, her biri, ‘masif hücre’ si içinde kapalı dolaşımda olan ama bir etki olarak içerilmiş semptomlara dönüştü.Yani  mimarlık 20.yy boyunca çevre iktisadının toplumsal kan dolaşım sistemi içinde organel olarak rol almıştı, fakat artık bir patoloji olarak  çevre iktisadının yüksek tansiyonundan başka bir şeyi temsil etmiyordu.. Mimarlık, tarihsel olarak şehirlerin multi-ontogenez olma/sürme süreçlerinin dışına itilmiş olarak ve kendi gövdesinin ifadesi olacak  otonom bir yapıyı temsil etme gücünden mahrum kalacak şekilde etkisi sınırlanmış bir alana hapsoluyordu.. Artık şehirler vardı!!-2.Bölümde ayrıntılı incelenecek- mimarlık bağımsız kapital kült’ünü-yani cemiyetini-  temsil edebilecek gücü edinebilmek için ikna ve ima potansiyeline sahip değildi .Piyasanın alelade alt-faktörlerinden biri  olarak şehrin iç uğultusunda erimiş durumda bulmuştu kendini.şehir karşısında mimarlık için no exit..! çağı başlamıştı.

Peki no exit..! çağında üniversiteye ne olacak?
Piyasa da mimarlık ,üniversitede de  mimarlık eğitimi  tükendi..Ama insan zihninin göreceli olarak henüz yeni ilişkilenmeye başladığı mekan ve zaman  kavrayışları, modernizm’in kısır/natürmort nesnemsiler üretimi zonunu çoktan  aşmış durumdadır..Modernist dünyayı fosil yakıt enerjisine  yaslı bir hayat olarak tariflersek,  yeni zihin ve taze eğilimler güneş enerjisi olarak bizi bekliyor.Yani insani bedenin teknoloji yoluyla protez inşa süreçleri, yeni türden toplumsal hareketlenmelerin itkisiyle artık zorlanmakta. Aranan şey başka bir şeydir.İnsanların bilgisayarları başında bir anlık duraksamalar-duraklamaları var..İnsan, bedenini unutabilme maharetine sahip değildir.Dolayısıyla tüm zihinsel çabaları nihayetinde bedensel bir deneyime yol açmak zorundadır.Yani dünyayı dolaysız-kişisel sınama yoluna.Bu kaçınılmazdır.(*2) kaçınılmazlığın gerekçeleri ise aşağıdaki satırlardadır.

iki şüphe..

Batı ;20.yy başında , kavrayışı denli pratiklerini de üzerine oturttuğu Newtonyan toplumsal hayat paradigmasının,   iki önemli öne sürüm ile, sonsuza dek tarihe gömüldüğünü her daim göz ardı etti...Bu öne sürümlerin biri  Özel Görelilik-Relativite Kanunu ile Einstein’a,  diğeri ise Kuantum  Belirsizlik İlkesi olarak  Heisenberg’e aittir.... Einstein’ın özel görelilik kuramı etki-tepki, neden- sonuç arasındaki bağları birbirinden kopardı. Zaman/Gözlemci etkileşimine bağlı neden-sonuç ilişkilenmesinin, ancak bu ilişkilenmenin koşullarının yaratıldığı ortamla ilişkilenmeler üzerinden okunabileceğini vazetti. Zamanın, evrenin hangi noktasında olursanız olun aynı karakteristiğe sahip olmadığını, etki-tepki ya da neden-sonuç ilişkilenmesinin, her ölçekte aynı vargıya yol açan,   birbirleriyle zincirleme  içsel bağlar kurma anlamında gelişmediğini söyledi Einstein ; bu ilişkilenmelerin var olduğu biçimleriyle , evrensel hal yasası  değil, koşul bağımlı algılamalar  olduğunu kanıtladı.   Diğer öne sürüm ise,  kuantum fiziği kapsamında Heisenberg’in belirsizlik ilkesidir...atom ölçeğinde nedenin sonuca, sonucun ise nedene dönüşebildiğini, yani aynı anda bir şeyin hem neden hem sonuç olarak kendi üzerinde süperimpoze olabileceğini ,bu dönüşümün , nasıl ve ne zaman olacağını kestiremediğimiz bir sıçramaya tekabül ettiğini, çekirdeğin etrafındaki elektronun hız momentumu ile konumunun aynı anda saptanamayacağını – ya biri ya öteki bilinebilir- söyleyerek; Heisenberg bizleri tekinsiz sokağa açılan bir köşede  yalnız bıraktı. Heisenberg ,  hem hız momentumunda içselleşmiş zamanın, hem de elektronun konumu olarak temsil edilen  mekanın hem ayrışık, hem kaynaşık olduğunu söylüyordu.Daha ilginci gerçekte hem mekan, hem zamanın elektronun hareket tarzında potansiyel olarak durduğunu ve birinden birine doğru elektronu gözlemlediğimizde bu potansiyeli etki halinde aslında bizim oluşturduğumuzu yani elektronun zaman-mekansallığını bizim ona dokunmamızla oluştuğunu söylüyordu.Zaman-mekan kavrayışının atomaltı parçacık fiziğindeki bu yapısının,  bizim ‘normal’ dünyamızın ölçeklerinde de  sürüp sürmediğini ya da onunla nasıl ilişkilendiğini  artık felsefi bir sorun haline getiriyordu.Fakat her iki öne sürüm de, birbirinin hem simetrisi hem de simetrik kırılması olan Newtonyan zaman-mekan çiftinin kimyasını bozmuştu.Elma mı yere  düşüyordu? yoksa Yerküre mi ona gidiyordu? ya da düşme süresi boyunca artık elmalıktan çıkmakta ve bütünlüğü sadece süreksizliklerin hafızası (*3)  haline mi gelmekteydi.?..Artık Newtoncu fiziğin Zaman/Mekan ayrışıklığına ilişkin her durumda geçerli evrensel bir paradigma olma tartışılmazlığına  Kuantum Fiziğince nifak tohumu ekilmişti.
Newtoncu zaman –mekan kavranışının 19.yy arkasından gelen 100 yılı içinde gerçekleşen iki olay ; mikro dünya yasaları ile bizim gündelik hayatımızca tariflenen makro dünya arasındaki geçişsiz ortaklığa işaret etti.Her ikisinde de vaka failleri meçhul kalacaktı. Çünkü yanlış olmadığını düşündüğüm bir ifadeyle failsiz fiil çağına işaret ediyorlardı; birincisi, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları ,yani nötronla atom çekirdeğini bombalayarak, atom çekirdeğindeki proton ve nötronu, çekirdek kuvvetiyle bağlı olduğu yuvasından yıkıcı gücüyle beraber dışarı kovmaktı. Diğeri ise yol açtığı varoluşsal yıkım sonucunun aynı anda neden’e dönüştüğü, Dünya Ticaret Merkezine 11 Eylül saldırısıydı.
19.yüzyıldan başlayarak, uygarlığını tabiatla ilişkisine uyguladığı tek yönlü zor’undan  sağan insanlık, yarattığı ikinci doğa’nın namlusunun gerçekte kendisine ve yeryüzündeki tüm yaşama dönük olduğunu, Hiroşima- Nagazaki ve 11 Eylül felaketlerinden sonra bile hala fark etmiyordu.
Ölçekleri itibariyle her iki olay da gerçekte Heisenberg ilkesiyle negatif diyalektik ilişkisini teşhir ediyordu; elektronun hız momentumunu ve konumunu aynı anda saptamanın gerçekte bir yolu vardı!!.. O da hız momentumuna, atomaltı ölçeklerden daha üst ölçeklerin herhangi bir katmanından, yabancı bir ‘konum’ şırınga etmekti. Yani evrensel kabul olarak kuantum fizik yasalarınca imkansızlık taşıyan bir ilişkilenmeyi inkar etmekti.Belirli bir ölçekte -atomaltı ölçekte- başka doğal ilişkiler manzumesi içinde etkileşimi olan iki ögeden  birini-ki burada konum- nötralize ederek ; nötralize konum’un, Newtoncu ölçekte bir karakteristiğini adeta  atomaltı ölçekteki varlığıymış gibi ,nötralize edilmemiş bir  diğer ögeyle-yani momentum-  ‘dışarıdan’ ilişkiye zorlamak.yani ölçekler arası kan uyuşmazlığını normalleştirme   girişiminde bulunarak felaket üretecek bir akraba evliliğini örgütlemek.Sonuç; büyük insani ,sosyal ,doğal yıkımlara yol açan bir şiddet ve ardında bıraktıkları...Bomba haline getirilmiş bir yolcu uçağının , ABD’yi ,Kuzey-Güney savaşının arkeolojik derinliğine kadar sarsabilmesinin gücü bu durumdan kaynaklanıyordu.Artık  ‘Yer’ yani ‘Place’ yoktu.Uzay boşluğunu bir toplu iğne ucu ile delebilirdiniz ve bunu yapınca   önünüzde saydam bir bubble  beliriyordu-kuantum dalga fonksiyonunun çökmesi gibi-Cereyan eden her şey yerel-olmayan (non-local )idi..Heisenberg haklıydı!! Ne 11 eylül ne de atom bombasının faili diye bir şey olamazdı.Çünkü fail elinizde ise vaka  saptanamıyor, vaka vuku bulmuş bu kez  ise faili belirsiz kalıyordu.Oysa El-Kaide bir ‘yer’ -‘Place’ vektörüydü, fail olmanın ölçek katmanında bulunamazdı.Saldırı yeni çağın bir ürünüydü ve El-Kaide bu saldırının olsa olsa birkaç butonundan biri olabilirdi..Bush Jr., Amerikan başkanları tarihinde Truman’la birlikte eblehlik seviyesini yükselten bir başkandı; durumu algılayamamış ve vaka’nın hiç olmaz ise ağır psikolojik yenilgisini gidermek için   ‘yer’ üzerinden yapılan bir müdahale yani işgal ile 11 eylül ile  hiç ilgisiz  Irak’a, daha doğrusu büyük batağa girmişti. Bir çağ kapanmıştı oysa toplumsal hayatın yönlendirici kurumsallıkları hala eski çağın paradigmasının mirasını sürdürüyordu. Masanın üzerinden örtü çekilmişti ama yemekler de, yemek takımları da hala örtü çekilmeden önceki konumlarını masada koruyordu, işte üniversite artık entelektüel manada buydu:boşlukta  salınan beyaz masa örtüsü..
Modernizm, mimarlık küresi içinde insanın çevre-geçirmez (enviroment-proof) doğasını ihlal etme suretiyle ideolojik mahreçlerini yarattı. Gerçekte biz insan olarak dünyadan ayrışmış ve dışarıda konumlanmış gözlemcilerden başka bir şey değildik. gözlemin yarattığı yanılsamalar ve saptırmaların bedenle olan biçimlenme korelasyonu bizlere akıl bahşetmişti ve ‘doğayı’ ancak belli çerçevelerin içine çekerek ve kategorize edip adlandırarak download edebiliyorduk. Modernizm, sanılanın aksine, insanın çevre ile ilişkisine organik gerçeklik diyebileceğimiz bir sav ile müdahalede bulundu. Bu sav;  insanın içinde yaşadığı çevreye kendini yedirebilme entelekti bulunduğu savıydı. Uygun ortamlar sağlandığında, insan bir tür geçirgenlik içinde çevreyle ‘bir-bütünleşik’ olabilirdi. Bu uygun ortamlar modernizmin çekmecesinde veriliydi. Uygun ortamlar servisini ise mimar yapacaktı. Modernist mimarlık çevreyi bu kez mimarlık küresinin dili ile ‘ambalajlayarak’, belli kategorileri ve kullanma dilimlerinin içinde  bu ambalajlı kategorileri depoladı.İçinde yaşanan bildik dünyayı modernist mod’lar kapsamında kurgulayıp yeniden kullanıma açmak için, indirgeme aracı olarak bu kategorizasyonlar 1900 lü yıllardan başlayarak yaklaşık 60-70 yıl boyunca hazır mimari menüler olarak piyasaya sunuldular.. Bu yoldan giderek çevreye dahil olmaya programlanmış  modernist biyo-hücre metaforları –örneğin ‘yeşil kuşak’- şehirlerin ‘gelişme’ planlarının vazgeçilmez başlığı olacaktı.
İnsan dışı oluşmuş yabanıl fiziki çevreyi ortam olarak şehir yayılma alanlarının dışına hapseden modernizm aynı durumu kendi zihni içinde de dünyaya bakış mottosu olarak kendine dayatıyordu..Adolf Loos ‘un 1929 tarihli ‘Süsleme Suçtur’ makalesinde, bu başlıkla 50 yıl geçiren modernist historiyografi, makalenin hemen girişinde, primitif kültürlerin yaşam dünyasına ait yerel değerlerin, Loos’un temsil ettiği modernist kurmaca dünya tarafından, salt incelemeye tabi tutulması gereken türde sirk gösterisi olarak bodrumdaki antropoloji laboratuarına( *4) sürülmesini, tümüyle göz ardı edecekti. Loos, Papua’lıyı modernizmin cennetinden kovarken gerçek niyetini gerekçelendirir: insan, kendi kurduğu (modernist) yasa’ların dünyasınca yönetilmeli ve bu yasalara  gelişme adına rıza göstermesi gerekli bir figürandır artık. Loos’un modernist  dünyası dışında bir dünya artık yoktur.Loos makalenin ikinci paragrafında şöyle der:
 Bir çocuk ahlaktan-azadedir. (aynı şekilde) bizim için ,bir Papualı da (öyledir).Papualı düşmanlarını doğrar ve bir çırpıda yer.(böyle yaptı diye )O, bir suçlu değildir.Fakat modern bir kişi herhangi birini doğrar ve bir çırpıda yer ise ,o suçlu ve yozlaşmış biridir.Papualı derisini dövmeyle,teknesini,küreklerini (süs ile) kaplar,kısaca (bu yolla)her şeye el koyabilir.o suçlu değildir.(oysa)Kendine dövme yaptıran modern biri hem yoz hem de suçlu biridir.
(A child is amoral. A Papuan too, for us. The Papuan slaughters his enemies and devours them. He is not a criminal. But if a modern person slaughters someone and devours him, he is a criminal or a degenerate. The Papuan covers his skin with tattoos, his boat, his oars, in short everything he can lay his hands on. He is no criminal. The modern person who tattoos himself is either a criminal or a degenerate. )
Modernist ideoloji, kendi tanımladığı bir büyüklük içinde, insani-toplumsal yaşam çevresinin inorganik, nesnemsi, yapay oluşumlar ile -ekspres yol ağları ya da Marsilya blokları gibi- yeniden yaratabileceğini öne sürmekteydi. Gerçekte modernistlerce öne sürülen şey, müdahalenin insandan doğaya doğru tek yönlü olma şartı idi. Buna olanak verecek şey ise, insanın;  doğanın,yapay çevrenin ve toplumsal olanın  zaman-mekansal bir parçası halinde yeniden şekillendirilebileceği inancıydı.Modernistlerin yarattığı hiçbir çevre, insanların kendi nişlerini bu çevrelerde bulabilecekleri yuvalanmaların mekanı olabilecek türden çevreler değillerdi. O binalarda, o şehirlerde, yer almaya başlamasıyla birlikte, modernistlerce binalara ve çevrelere kodlanmış yaşamı algılama biçimlerinin, kullanıcı insanların hayatına bir girdi teşkil edecek şekilde çözünecekleri düşünülüyordu.  Ama öncelikle insanın kullanım prosedürlerine harfiyen uyacağı yapay çevreler yaratmak gerekiyordu ve bunun aktörlerinden biri de mimar ve mimarlıktı.. İnsanın modernizmden binlerce yıl önce doğanın vücudunda  bir kesik olarak başladığı süreç, modernizm’le birlikte, insanın, kalın zırhına sızıntı yapamaz şekilde doğayı hapsetmiş ve insani dünyanın bir baltaya dönüşme  süreci olarak tamamlanmıştır. Bu yargının hislerini edinmek istiyorsanız Edward Hopper‘ın ‘açıkta duran insan gözünden tasvirler’ resimlerine bakınız.
Tarımla ve evcilleştirme girişimleri ile birlikte başlayan ve modernist nesnemsilerle kalabalıklaşarak süren bu süreçte insan sonsuza dek doğada bir kesik olmaktan çıktı. Yaklaşık 12 bin yıl süren kuluçka döneminin ardından 19.yy’a kavuştu.19.yy’ın kendisi bir icattır ama kendisinin en büyük icadı entegre toplum fikridir. Kıt’a Avrupasında 19.yy öncesinde sadece kendi etki şiddetlerinin dar bir alanında moleküler ayrışıklıkların bir toplamı olarak beliren toplum formları, yerini her bir alt düzeni ait olduğu fabrikanın sonuçta ürettiği ürüne hizmet eden organların tanımladığı bütünsel, yekpare bir toplum formuna dönüşmüştür. Yani hepimizi seküler(laik) bir bütünlüğün yeni yekpare toplum formunda çözünmüş biçimleri olarak 19.yy yeniden kurdu.(devam edecek)


2.bölüm: yapacak hiçbir şey yok!
          mimarlık mesleği küresel ölçekte artık devreler mühendisliğine     (circuits engineering) dönüşmüştür.

3.Bölüm: her yerde sürdürülen  yıkıcı İKEA tipi mimarlık eğitimine karşı  kavrayış rezonansları mod’u!


 ( *1) Management  tiranlarının  hızlandırılmış süreçler ile  mekan imalatına  modernist mimarlığın ahlaki bir tepki yanıtı verememesi ise modernizmin kuruluş ilkelerinde zanaatı entelektüel düzleminden sıyırıp onu inşaat süreçlerinin salt  teknik  iş kalemi  olarak ilan etmesiydi. Zanaat , modernistler için mekansal örgütlenmenin ayrıştırılamaz entelektüel potansiyeli  değildi.zanaatkarın bu süreçlerdeki rolünün ortadan kaldırılmasının teorik kılıfı ta 19. yy sonlarından itibaren tektonikler paradigmasının devreye sokulmasıyla yürürlüğe konmuştu zaten
(*2)Gezi Protestoları da bu türden bir isyandır.
(*3) Aylin Çankaya –Sözel Kaynak

(*4) ’ikonik’ antropolog margaret mead’in samoa-yeni gine’de (papua) primitif kültürler yaptığı antropolojik alan çalışmaları tam da süsleme ve suç’ un (1929) yayınlandığı zamanda yayınlanmıştır.(1928-1930 )

Kuramsal Çatışma Bildirgeleri..!3/2

                               

                                        

           kuramsal çatışma bildirgeleri..!3/2KENAN GÜVENÇ_EYLÜL 2013

sorun nedir? yapacak hiçbir şey yok! mimarlık mesleği küresel ölçekte artık devreler mühendisliğine (circuits engineering) dönüşmüştür.



(..Kıt’a Avrupasında 19.yy öncesinde sadece kendi etki şiddetlerinin dar bir alanında moleküler ayrışıklıkların bir toplamı olarak beliren toplum formları, yerini her bir alt düzeni ait olduğu fabrikanın sonuçta ürettiği ürüne hizmet eden organların tanımladığı bütünsel, yekpare bir toplum formuna dönüşmüştür. Yani hepimizi seküler(laik) bir bütünlüğün yeni yekpare toplum formunda çözünmüş biçimleri olarak 19.yy yeniden kurdu.)..
con’t..
Bu alt düzenlerden biri de modernist mimarlık ve modernist mimardır.1917 Bolşevik devrimi sonrasında Sovyetlerde ortaya çıkıp, 1925 lerden itibaren hızla merkezi iktidarın etki alanına girerek 1930 lu yıllarda Stalinci propagandanın ucuz neo-klassisizmine yerini bırakan Konstruktivizm, Modernizm çıkmazının erken ortaya çıkmış tarihsel trajedisinin sahnesi olmuştur. Sergei Ginzburg’un ve Aleksey Gan’ın iki farklı alandan -mimarlık ve nesne tasarımı/grafik- teorize ettiği söylenebilecek konstrüktivizm akımı, modernizm’in kendisinde olduğunu sandığı türden bir entelektüalizme sahip olmadığının kanıtı olan ve  SSCB dışında Dessau da 1920 lerde filizlenen Bauhaus a da  ilham kaynağı olacaktır.(Büyük Tatlin’in 3.Enternasyonal Anıtı’ndan sonra heykel yapmayı bırakıp soba tasarımı ve yapımına yönelmesi, Ginzburg’un faktura ,tektonika ve konstrüktsiia ile yaptığı Vitriviusian nazire, Bauhaus’un asli kaynaklarına direkt dikkati çekmemekte midir? ) Bir profesyonalizm olarak üst ölçek örgütlenmesini, Konstrüktivizm’in , Gropius’un Bauhaus’unun ve  Le Corbusier’nin başını çektiği  CIAM’in (Uluslararası Modern Mimarlık Kongresi-kuruluşu 1928) üzerinden yaptığı öne sürülse de, modern mimarlığı -1.bölümde belirtildiği gibi -konvansiyonel bir yapıya dönüştüren şey, yaklaşık 30 yıl arayla gelen iki dünya savaşının yol açtığı yıkımın rehabilitasyonu çabalarıdır..Yani 1950 lere dek mimarlığı temsil eden  iki farklı modernist form zaman zaman birbirleriyle zayıf etkileşimlerde bulunarak ama bir arada yaşayarak hem Amerika’da hem Kıt’a Avrupa’sında hüküm sürdüler.Entelektüalist/İdealist renk taşıyan Bauhaus’cu ,CIAM’ci form, üniversitelerdeki mimarlık eğitimine malzeme taşırlarken; devletlerin bürokratik aygıtı  olarak işleyen  ‘üretimci’ form, piyasa mekanizmaları içinde modernizmin sivri köşelerini iktisadi yararlar uğruna törpüleyerek prodüktör mimarlar/market-modernizmi mimarlığını icat etmişlerdir.Kısaca modernizm iki çelişkili biçime bürünerek 1950 sonrası yoluna devam etmiştir: birincisi kendisini otonom olarak bir ada olarak gören ve toplumsal bağlarını bu konumdan kuran elitistler ile modernizmi son kat boyası olarak kullanan kitlesel bina üretimcisi prodüktör- mimarlar.Bu ayrışmanın nedeni mimarlığın rasyonalite gereği doğmuş bir zorunluluğa sahip olmayıp kurmaca bir icat olmasıdır.Tüm batı historiyografyası modernist mimarın bu kurmaca yapımını, tarihsel sürecin zorunlu sonucu olarak lanse edilmesi üzerine kuruludur.Yani batı mimarlık tarihi yazımları 19.yy ve erken 20.yüzyıl modernist mimarlığını milat alarak, 19.yy dan geriye doğru ve 20. yy’dan ileri doğru filmi sarma suretiyle, modernizmi varetmek için yazılmışlardır.Karşıtları da dahil olmak üzere -öfkeli Ruskin’in  bile- mimarlığın tüm tarih yazımlarının şu ya da bu şekilde modernizmin ağzından seslenmiş olması olasıdır( bu nedenle mimarlık tarihi olarak herhangi bir değini üzerine yazılmış metinler yerine örneğin Braudel’in Maddi Uygarlıklar ve Kapitalizmi’nden insanın mekansal bulunuşlarını iktisat,coğrafya, katastroflar, hayat gailesi vd bazında titreşimler halinde hissetmek üzere, tam bu türden değiniler üzerinden yazılmış metinlerin gündeme gelmeleri perdelenmeseydi, meselelere açıklık getirecek modernist paradigma dışında çok farklı bakış açıları taşınabilirdi.Nitekim CIAM in amansız eleştirmeni Aldo Van Eyck ‘ın Dogon-Afrika gezileri sonrası yazmış oldukları, Team 10’e ve Avrupa-Hollanda mimarlığına ve abii bizlere bugün dahi hararetle kullanageldiğimiz güçlü, taze nefesler taşımıştı.)
Mimarlık 19.yy dan başlayarak mühendisliğin kostümlü provası olarak ve nesnel varlığa sahip olmadan salt bir etki olarak örgütlenmiş yapısız bir toplumsal formdur ve modernizmin ta kendisidir.Modern mimarlık ; 19.yy da arkaik ve antik zamanlardan başlayarak olagelen ve kırılmalarla süre giden bina üretimine yaslı tarihsel bir oluşumun yerini bir sıçramayla alarak, 20.yy ilk çeyreğinde başka bir şey olarak-bugün mimarlık dediğimiz- peydah olup, kendini geriye doğru tarih olarak ve ileriye doğru ‘sanal-üretim’ olarak var ettiği salt bir etkidir.Çünkü bu yüzyılda yeni görme biçimlerinin yeni gözlem aygıtları (fotograf makinesi,röntgen ışınları, sinematograf vd.) aracılığıya edinilebileceği imanı vardı ve modern mimarlıkta hem bir gözlem aygıtı, hem gözlemci işlevi görebilen bir denetim önerisiydi.Sıçramanın yol açtığı kesinti boşluğunda , modernist mimarlığın alaca bulacalı kafa karışıklıkları içinde; Horta’nın dehası üzerinden Art-Nouveau akımını varetmek ,Botticher ve Semper odaklı tektonik kuramları paravanı altında zanaatle hesaplaşmak ve özellikle Perret cephesinde konuşlanan taze fidan betonarme ile flört etmek vardır. Mimarlık , mühendisliklerin tarihsel olarak- savaşlardaki önemi nedeniyle -sahip olduğu maddi-somut-otonom bir gövdeye hiçbir şekilde sahip olamama karakteriyle varolmuştur.Daha önce bahsedildiği gibi mimarlık tümüyle 19.yy ın bir icadıdır,varlığı bir iddia ve yapısız-gövdesiz bir etki halinde, modernizm olarak ortaya çıkmıştır.Tarihsel olarak 19 yy dan önce mimarlık diye bir şey yoktu.Batı toplumsal yapısı içinde savaş sonrası zorunluluklar nedeniyle –üretim planlaması gibi- gereklilik statüsüne erişse bile ilerleyen dönemlerde kültürel fazlalık bazında toplumsal yaşamda kendine zayıf bir yer edinebilmiştir.Bu aynı Sanatın İcadı kitabında Larry Shinner’ın, primitif kültürlerde hayatın yaşamsal örgütleyicisi eşya-nesnelerin  –örneğin büyücü asası- müzelerin varlığıyla sanat objesi olarak icat edildiğini öne sürmesine benzer bir düşüncedir.Yaşamlarımız için hayati olan muhitini kurma-mahal edinme faaliyetini kireçleştirerek, 19.yy da  icat edilmiş mimarlığın görünümü olarak, bina ve nesnemsi yapılarda mealen temsil edilen bir sergiye dönüştürmek modernizmin varlık nedenidir.Dolayısıyla modernist mimarlık, salt yaşamımızın,yaşanılan dünyanın etkin canlılığını durağanlaştırmayla kalmamış aynı anda kendi icatlarının öznelerini de  imal etmek saplantısı içinde, dünyayı nesneler yığınına boğarak gelişmiş bir kurmacadır.Binaların kullanıcılar,yapımcılar ve işletmeciler üzerinden kurulmuş  sistematiğinin analojisi modernist şehirlerdir. Modernist şehirler, insan hayatının gündelik yaşam kategorizasyonları olan yeme-içme-barınmayı içeren 24 saatlik zamandaki faaliyet ayrışımları üzerine kurulmuşlardır.Tek bir doğru hat üzerine sıralanmış insani faaliyet öbeklenmelerini teşhir edecek şekilde bir araya getirilmiş nesnemsilerin kullanıcı profilleri de,  android familyalar olarak modernizm tarafından toplumsal hayata önerilmiş ve kabul görmüştür.Fakat tarihsel olarak kökensiz bir sıçramaya tekabül ettiği için havada asılı kalakalmış modernizm’in erk alanı, şehir gibi bir kaos örgütlenmesi olan ,kendini-örgütleyen çoklu yapılanmaların oluşumunu  başlatsa dahi nihayete erdiremezdi.Bunun nedeni ; modernizmin tarihsel oluşum biçiminin, onun yaşanılmakta olan hayatı, salt indirgeme-soğutma-koşullama  kalıpları içinde inorganik bir dünya halinde katılaştırmasını getirmesindendir.
Modernizmin dünyasında şehirler ve onları sürdüren tüm nesnemsi-inorganik yığınlar (binalar, yollar,meydanlar,yeşil alanlar vd. ), devasa bir kontrol mekanizması olan bir ağ tarafından üretilirler: altyapı enstalasyonları.Altyapı enstalasyonları, en sonunda bir ‘kapalı sistem’ örgütlenmeleridir.Girdi ve çıktı süreçlerinin tek yönlü işleyişine, prosedüre dayanan statik düzenlerdir.Enstalasyonların her biri ,sanılanın aksine servis sağlayıcı değildirler, kendilerine uyarlı ekipmanları bünyelerine katarak büyüyen sonsuzluğa programlı, çatallanmış (bifurkatif)  algoritmalarıdır.Atık/ Çöp tasfiyesi-ki bu bir uzaklaştırmadır gerçekten,gözden uzak tutulmadır,ortadan kaldırma değil- bağlı bulunduğu hijyen ağında çatallanır; tıbbi hastane atıkları toplanması  ya da illegal çöp toplayıcılar ya da merkezi çöp toplayıcılar ya da çöp  imha tesisleri gibi işletme  çatallanması değil örneğin bunların gece yapılıyor olması da zamansal bir çatallanma ,bir örtük baskılama yaratır.Gece  gizli güçlerin, pek arzu edilmeyecek şeylerle temas ettiği tekinsiz mekan olarak kapitalizmin yaşantılarımızı gündüzleştirme operasyonunun bir parçası haline getirilir.Gece, şehirlerin gece hayatından normal yurttaşların uzaklaştırılması gereken bir mekansallıktır.Görüldüğü gibi hijyen ağının çatallana çatallana, diğer ağların kılcal yapılarıyla buluşur hale gelmesi söz konusudur. Modernizm işte bu ağların etrafa kök budak salmış yayılımlarının ince düğümlerle rastlantısal olarak ve kendiliğinden ördüğü sayısız iç içe düzenlerden oluşur. Bu türden kaotik oluşumları baştan önleyecek  ve  ‘temiz-güzel’ bir şehir adına yaptığı her müdahale bir sonraki aynı türden ama daha kapsamlı müdahaleyi zorunlu kılarak ağ çatallanmalarını arttırmıştır.
Başlangıçta bir servis ünitesi olarak işlev gören enstalasyon ağlarının bugün  ‘metropol’ adı verilen devasa etki dalgalanmalarına dönüşmesi kaçınılmazdı.Fakat kesekağıdı tersine çevrildi.Artık metropoller servis ağlarına hizmet eden kümelenmelerden başka bir şey değildir. 20.yy ın modern kentinin hazlara dönük yaşam alanı ve anları, onların dönüştüğü biçimlenme olan metropollerin mikrotubular yığılmalarına bulaşmış kırıntılardır. Daniel Burnham’ın 19.yy sonu Chicago’sundan, Jansen’in Ankara’sına dek şu ya da bu ölçekte modernist itkilerce örgütlenmiş tüm yerleşimler parçalarında, yine modernizmin yaptığı ‘pertürbasyonlar’_ rota düzeltmeler_ ile, yavaş yavaş kentsel enstalasyonlar insanın yaşam dünyasının (lebensraum) bir kapsamı olmaktan çıkmıştır. Bizler metropol dünyanın bu enstalatif tümörlerini besleyen androidleriz. Modernizmin çağ şehirlerinde -örneğin 2.savaş sonrası yeniden kurulan Rotterdam, merkezi otorite kararınca kurulan Brazil , statü değişikliği üzerine inşa edilen Hong-Kong gibi- altyapı enstalasyon ağlarının çatal uçlarında –sinapslarında- hepimizin android hayatları vardır.Android hayatlar-bina türü nesnemsiler-altyapı enstalasyonları seri düzeni, modernist şehirlerin genleridir.Kıt’a Avrupası metropollerinin, altyapı enstalasyon ağlarının koruyucu çeperi   içinde klasik şehir vektörlerine sahip bir çok eski yerleşimin–örneğin Roma’nın ağır tarihselliği gibi- sakinlerine hala hayatın ‘anlamlara’ sahip bir şey olduğunu hissettirdiğinin hepimiz farkındayız. Oysa Shangai gibi Modernizmin saf uygulanma alanı bulduğu yerlerde, metropol, klasik şehir vektörlerine sahip Lizbon ya da Londra’dan farklı  çehrelere bürünür. Saf uygulama, gelişen kentsel yapıda  rastlantı ya da kendiliğinden gelişme oranının ihmal edilebilecek kadar düşük oranlı olması,ama buna karşın yoğun modernist mimari profesyonalizm içermesi anlamında kullanılmıştır.

                                               

                          maltepe sırtları, istanbul!! çarpık kentleşme yoktur!!                                             kentleşme hep çarpık olacaktır!!  Hepsinde de mimar!         

            
Dağılan Sovyetler Birliği ardından bağımsız cumhuriyetlerin metropollerinde de modernist profesyonalizmin saf uygulama alanında gördüğü rol  yaşanılan dünyayı indirgeme-soğutma-koşullama  kalıplarının bir kez de bu yerlerde gerçekleştirilmesidir.Sonuçlar metropollerin yapılanma tarzının tüm ipuçlarını sergilemektedir: metropollerin altyapısal alt birimleri olarak inşa edilen yapılar -Norman Foster’ın Hong-Kong-Shangai Bankası gibi-, üst düzeyde yaptıkları kullanımın işlevsel organizasyonunu, insani faaliyetin karmaşık  ilişkiler düzenine dönüştürmeden, nesneleşerek gerçekleştirmektedirler.Bunun nasıl bir şey olduğunu ,Antalya –Alanya güzergahında  birkaç saatte görebilirsiniz.Hemen hepsi şehrin enerjisinin, kapitalizmin potansiyel akışkanlar enerjisi ile takasını yapmaktadırlar.Enerji takas ya da dönüşümünü sağlayan portörler ise şüphesiz metropol insanları, androidler olacaktır..Metropoller, modernist tarihsel akışta şehirlerin önce kentlere, sonra metropollere dönüşme sürecindeki tüm maddileşme biçimlerini bu enerji takası üzerinden sağladıkları için, metropol insanları da yaşam dünyalarında  sadece titreşen/blur hayat tarzlarını var ederler.Hemen tümü, tüm metropoller, gelecek yüzyıla varmadan,tarihsel olarak geçilmiş olmasına karşın kendi içlerinde bir önceki zamanların modernist kentini,modern öncesi klasik şehri, yeni teknolojik ekipmanlar eşliğinde kopyalayarak metropoller içinde otonom kentler peydahlayacaklardır.Yani gelecek yüzyıla dek metropoller, içlerinde modernist kentler barındıran, zeminden bağımsızlaşmış-aynı 5.element filminde tasvir edildiği haliyle- fragman kümelerinden oluşmalarının hemen ardından,  belirmiş yeni türde sosyalizasyon süreci bifurkasyonlarının-çatallanmalarının- giderek yaşantının yeni nöronları haline gelmesiyle ortadan silineceklerdir.Yani giderek şehirlerinde tarihsel olarak oradan kalktıkları yeni bir sürecin uzun yüzyıllarına giriyoruz.
Şehirlerin, kendileri için imal edilmiş insan-kullanıcıları organize eden mekansal etkiler   haline gelmeleri modernizm ile olmuştur. Modernizmin  müzelerde  primitif kabilenin büyücüsünün asasına yaptığı muamelenin aynısını, yani asa’nın yapısal etkisinin yerini, modernist simgeciliğin türettiği kalıplarla-sanat gibi- ikame etme muamelesinin aynısını insana yapar.Ve bununla da yetinmez  insanın biyolojik gereksinimleri etrafında on binlerce yılda kurduğu yaşam halesini  şehirlilik ile ikame eder.Tarihsel olarak 20 yy sonuna doğru metropol hususiyetleriyle donandıkça, şehirli hayat, salt altyapı enstalasyonlarının insanı organize ettiği devasa bir mekanizmaya dönüşecektir.Kültürel alan da dahil olmak üzere tüm ‘ölçülemez-açık uçlu gelişme alanlarının’ şimdiden altyapısal bir enstalasyon haline geldiklerini bir tek gözlemden çıkarabiliriz: giderek tüm metropollerde hayat giderek artan bir tarzda zamansal olarak planlı kesitler içine sokulmaktadır.
Şimdi profesyonalizm olarak yani meslek olarak mimarlık metropollerde hangi halının altına kaçmıştır? bunu saptamak gerekir. Enstalatif makro ağ şebekesinin  uyarlı ekipmanlar listesinin birincil nesneleri binalardır. Binalar yani nesne-hacimsellikler, enstalasyon ağ şebekesinin yani kent altyapısının yeraltından yerüstüne fışkırmış filizlenmeleridir. Tüm maddilikleri nesne/nesnemsiler olarak ayrıştırma gücüne sahip metropollerde binalar bir altyapı nesnesidirler.Tümü  yeni türden bir mühendisliğin devreler mühendisliğinin (circuits engineering) –bu benim uydurmamdır-ürünüdürler.Devreler Mühendisliği konvansiyonel inşaat, makine, elektrik, bilgisayar mühendisliklerini ve planlama –kontrol mühendisliklerini kapsadığı gibi, mimarlığı da tarihsel bir dönüşüme uğratarak onu insani habitatın kombinasyonlar-adaptasyonlar-aranjmanlar teknisyenliği yörüngesine fırlatmıştır. 20.yüzyıl sonundan beri mimarlık ,artık o 20 .yüzyıl başı mimarlığı değildir.Bir tür organizasyonel teknisyenlik statüsüdür.Pekala; böyle bir dünya eğer vaki ise, üniversite bu dünyada nasıl bir yere sahiptir? Aslında bu soru modernist ideolojinin entelektüalitesince  1970 li yılların sonunda sorulmuş ve pratik yanıtları da beklenilmeyecek şekilde bir zamanların ‘devrimci-avantgarde’ eğitim yuvası olan Architectural Association’ın (A.A.) gelişme seyrine yedirilmiştir.Daha doğrusu bu seyirde modernist darbeyi izlemek mümkündür.Kuramsal çerçevede 1960’ların A.A. bünyesinde ‘..dondurulmuş, ambalajlanmış hazır yemek Palladio’dan daha önemlidir…’ diyen  Peter Cook’un  Plug-City’si gerçekte kendisinden bir 10-15 yıllık öncesinden başlayan başka bir keskin duyarlılığın karşı kutbunu oluşturur.Bu öteki kutup Palladio’ya değil, ama insani faaliyetin orijinleri ile modernizmin zaman kavrayışına bakarak, onu gündelik hayatla uzlaştırmaya çalışan, Van Eyck ve Jaap Bakema, Georges Candilis, Giancarlo De Carlo, , Alison and Peter Smithson and Shadrach Woods’un;  Team10 ’idir. Archigram ile Team10 arasındaki cambaz ipini geren şey ise binaların, geleceğin metropolleri adına  nesneleştirme sürecinin, kirli şimdiki an’dan arındırılarak-katharsise tabi tutularak- teknolojinin saydam zamanına taşınmasıdır.1970 ler başında A.A.’in başına getirilen Alvin Boyarsky, Peter Cook –Archigram- etkisini kurumsallaştıracak adımlar atarak , erken 1900 lerin modernist düşü olan otonom mimarlık nesnesi bina üretiminin altyapısının kurulması için çabaladı ve A.A.’i teknotopya bir yer olarak İngiliz öğrencilerden de  ‘kurtarıp’ küresel ‘müşterilere’ açmaya  başladı.1975 lerden itibaren yavaş yavaş tasarıma veri teşkil edecek  dış dünya etki ve olgularını  kendi çitleri içinde çekip ve  hepsini radyasyon duşunda temizleyerek halledeceğini düşünen modernist A.A. sendromu, tüm dünya da mimarlık eğitimi müfredatının ana hatlarını şu ya da bu şekilde etkiledi.Aynı harp sonrası Amerikan mimarlığını dönüştüren göçmen Bauhauscular Gropius ya da Mies Van Der Rohe gibi. Bauhaus’cu temel tasarım şartlı refleksi, modernist historiyografya vitrini , A.A. zihninin fason yansıması atölye sistemi üçlüsü, her ülkenin yerel ama ikincil karakterleriyle birleşerek-örneğin Türkiye’de; devlet aygıtının yapı üretimine-kamusal kullanım niyeti taşımayan yapılar üretimidir- endeksli mimarlık yarışmaları-, şu an içinde bulunduğumuz düşük profilli  üniversite mimarlık eğitimi sistemini kurdu.
Tüm mimarlık eğitimi süreci, tüm üniversitelerde –bir Amerikan Üniversitesi kopyası olmayı denese bile 1980’ lerde hızla dönüşmüş olan ODTÜ dahil-yaklaşık 40 yıldır şu minvalde gidiyor: düşüncenin mobilyalaştırılması ve her iki yönde  hem ‘öğrenen’in’ ve hem öğrenim nesnesi dış dünya kuvvetlerinin üzerinde işlem yapılabilecek şekilde insani faaliyetin haritalanması…bu Modernist, Newton’cu ve euclid’çi paradigma, tüm içsel enerjisini ve yaşanılan dünya ile ilişkilenme potansiyelini daha 2020’ler gelmeden tüketmiş durumda. Ağır bunalımını aşmanın hiçbir yolu olmadığını derinden hissediyor. Hissettikçe formatlanıyor, formatlandıkça faşizan/otoriter bir güç haline geliyor. Faşizan; çünkü akademik mekanizma içinde çoğunluk, alıntı detektörü-statü düşkünü iletken taşıyıcılık görevini üstlenmiş insanlar topluluğundan oluşuyor. Otoriter; çünkü  yol açtığı insani kıyımın farkında değil. .Durumun farkına varmış ve bir şeyleri dönüştürmeye çabalayan İyi hocalar ya tasfiye ediliyor ya bir şekilde etkisiz kılınıyor.Lisans ve lisansüstü ve doktora düzeyinde her kategoride  vitrindeki 10 çeşit ürünün tekrarı ya da çeşitlenmeleriyle süren herkes için bıktırıcı ,sıkıcı bir akademik hayat.Ne olduğunu anlamak için tek bir şeyin toplantı tutanaklarına şöyle bir göz atmanız yeterlidir; kepaze bir buluşma olan MOBBİG ya da Mimarlık Okulları Bölüm Başkanları yıllık toplantı tutanaklarına.Batının ev yapımı kavanozlarda saklanan endüstriyel üretim literatürü, cılkı çıkmış, tarar gibi yapılan aslında ‘tez konusuyla ilgili cümle detektörcülüğü’nden’ öteye bir şey olmadığını herkesin bildiği halde söylemediği   literatür taramaları,binlerce çocuğun  tek babası, damızlık ‘rizörçhh metodoloji’.Bakkala alışverişe gönderilen çocuğun eline tutuşturulabilecek  alışveriş listesinden başka bir şey olamayacak denli kağıt mendil formunda proje ihtiyaç programları.Omuz silkmeler ve dudak bükmeler, hatta zaman zaman kaba hakaretlerle sürdürülen atölye/stüdyo garabetleri ve bu programların kutu kutuları,soğuk yenilebilen hazır menü öğrenci ‘projeleri’..Simetri,doku, figure-ground ,renk ilişkisi satan ve yanında heyecanlı öğrenci promosyonu yapan hocaların hipermarketi: bauhaus’cu temel tasarım dersleri..Öte yanda terk edilmiş bir dünya; insanın kişiselliği,bilginin yerelliği, doğanın sızdırdığı kadarıyla kuantum fiziğiyle, string teorileriyle bizlere de küçücük bir kısmını sergilediği  o güzelim ele geçmezliği,sonsuz çokyüzlülüğü ve bizdenliği ,toplumsal hayatın anonimliliğine gösterilen insani toplu   dirençler,bir arada birlikte bir şeyler yapmanın güç verici hazları,başka insani  kavrayışların ‘..bu öyle değil’ diyen sessizlikleri,kendimiz olmayı fark ettiğimiz şimdinin küçük anları..
Herşeyi bir yüzyıl içinde ‘unuttuk’..Ama gerçekten unuttuk mu?..Bu sorunun yanıtını, serinin 3.yazısına bırakıp unutmanın üzerimize serdiği toprağa bakalım.




*altyapı enstalasyon ağları; lokal otonomilerin-yerel kendiliklerin- özgün gereksinimlerini karşılamak üzere kurulmuş enstalasyonlar ile bu nesnemsilerin birbirleriyle , hizmet amaçlarındaki farklılaşmalardan doğan yapısal çelişkilerini ortadan kaldıran  nesneler dünyasından oluşurlar.şebeke suyu ile doğalgaz hatlarının birbirleriyle olan yapısal çelişkileri yol yapımlarınca sağlanan, etkilerden yalıtılmış kanallar içine alınarak dokunulmazlıkları sağlanırlar.bu gözlerden uzaklaştırılmış sistemler yere bağlı ölümcül bir kontrol aracı üretirler: makbuz, fatura ve ödeme bildirim ve onay  fasiliteleri  sistematiği.makbuz ve faturalar, şehirlerde şartlı tahliye ile oturduğumuzun kanıtıdır.

*Algoritma, matematikte ve bilgisayar biliminde bir işi yapmak için tanımlanan, bir başlangıç durumundan başladığında, açıkça belirlenmiş bir son durumunda sonlanan, sonlu işlemler kümesidir. Yani belli bir problemi çözmek veya belirli bir amaca ulaşmak için çizilen yola algoritma denir. Genellikle programlamada kullanılır ve tüm programlama dillerinin temeli algoritmaya dayanır. Aynı zamanda algoritma tek bir problemi çözecek davranışın, temel işleri yapan komutların veya deyimlerin adım adım ortaya konulmasıdır ve bu adımların sıralamasına dikkat edilmelidir. Bir problem çözülürken algoritmik ve sezgisel (herustic) olmak üzere iki yaklaşım vardır. algoritmik yaklaşımda da çözüm için olası yöntemlerden en uygun olan seçilir ve yapılması gerekenler adım adım ortaya konulur. Algoritmayı belirtmek için ; metinsel olarak düz ifade ve akış diyagramı olmak üzere 2 yöntem kullanılır.Algoritmalar bilgisayarlar tarafından işletilebilirler..