ho! gazete ...........................ho! anagar ..........................ho! norasyon ...........................ho! ahtapot ......................ho! otonomi.........................h2o!...........................ho! baraka
29 Kasım 2013 Cuma
Kenan Güvenç Basic Design Dersleri - Ayağa Kap 2
Kenan Güvenç ve Recep Üstün'ün Eskişehir Osmangazi Üniversitesi' nde 2007-2008 bahar yarıyılında yürüttükleri pilot atölyedir.
Kenan Güvenç tarafından "THE WINE NEVER BEGINS WITH THE GRAPE"
Recep Üstün tarafından "NON-BASIC IS CANONIC BASE"
isimli bildiriler bu atölye süreci sonunda Haziran 2008'de Amsterdam DesignTrain Congress kapsamında sunulmuş ve yayınlanmıştır.
Kenan Güvenç Basic Design Dersleri - Ayağa Kap 3
Kenan Güvenç ve Recep Üstün'ün Eskişehir Osmangazi Üniversitesi' nde 2007-2008 bahar yarıyılında yürüttükleri pilot atölyedir.
Kenan Güvenç tarafından "THE WINE NEVER BEGINS WITH THE GRAPE"
Recep Üstün tarafından "NON-BASIC IS CANONIC BASE"
isimli bildiriler bu atölye süreci sonunda Haziran 2008'de Amsterdam DesignTrain Congress kapsamında sunulmuş ve yayınlanmıştır.
19 Kasım 2013 Salı
18 Kasım 2013 Pazartesi
Kuramsal Çatışma Bildirgeleri..!3/1
kuramsal çatışma bildirgeleri..!3/1KENAN GÜVENÇ_EYLÜL 2013
sorun nedir? FİNİTO…!.. (1.bölüm)*
no exit.!..mimarlığın işi bitti..!!
Üniversitenin artık mimarlık’ la gidebileceği hiçbir yer yok..mimarlığın, üniversite üzerinden taşıdığı zihinsel enerjisi tarihsel olarak tükendi. 19.yy ortalarından bu yana yaklaşık 150-200 yıl sürebilen kendini toplumsal hayatta geçerli tutma potansiyeli başka bir deyişle toplumsal hayatta aktive olabilme rezervleri, 20. yüzyıl nihayetinde sonlanmış bulunuyor. Kendini geçerli tutma potansiyeli modernizm’in mimarlığa yüklediği bir altyapı enerjisiydi ve çözündü gitti.bugün üniversite olarak tanımladığımız şey bu çoktan tükenmiş enerji rezervlerinin kalıntıları üzerinde over-design (aşırılanmış) bir entelektüaliteyi zorlama yaratarak, ite-kaka ve çaresiz şekilde gününü kurtarmaya çalışıyor.Böyle yaptıkça elindekileri de olacağından çok daha bir hızla tüketiyor.tabii sadece mimarlık değil mühendislikler de aynı çıkmazda ,keza tıp’ta..Üniversite geçerliliği için tarihsel dayanaklarını hala elinde tutmasına karşın karşın günlük hayatını sürdürmekte kullandığı ‘gerekçeleri’ ta dipten yitirmiş vaziyette.
Mimarlık sadece üniversitede değil piyasa denilen kendi kendisini güncelleme kabiliyeti barındıran bu kabiliyeti ile kendini sürdürebildiği ekonomik süreçlerde de rol itibariyle silinmiş durumda..Birçok neden sayılabilir bu büyük çöküş için ama en önemli darbe ‘megapolis-metropollerin’ varlığından gelip mimarlığı vuran şok dalgalarıdır. Modernizm; şehirden (city) mimarlığı 19 yy’da ayrıştırdı ve mimarlığı otonom bir yapılaşma alanı olarak lanse etti..Şehir’den ayrıştırdığı mimarlığın sadece paradigmalarını kurmakla kalmayıp O’nu kullanacak olan kesimleri de suyun içinde-ki bu toplumsal hayattır- yayılan yağ damlacıkları şeklinde tasarladı. Modernist beklenti; bu açılan ‘yapay’ yolda mimarlığın, içsel güç taşıyan, toplumsal hayat için ‘doğallaşmış’ bir ara bölgeyi teşkil edebilmesi , iktisadi olarak ise fizik çevrenin inşasında yeni sermaye yörüngeleri imal edebilme potansiyeli yaratmasıydı.Yani modernizm, insan yaşamı için gerekli fiziki çevre kaynaklarının ekonomiye sokulmasının bir aracı olacaktı.Ama evdeki hesap tarihsel akışlara uymayacaktı; iki dünya savaşı, Amerika’yı ,kıt’a Avrupa’sını ve Japonya’yı ağır ilerleyen ama kıvamlı-örgülü bir kapitalizm’in evrimi sürecinden , impakt etkili-kompakt sıçramalı gelişen kapitalizme evriltecekti. Artık, gelişiminde, bir öncekinin bir sonraki safha tarafından tanınmadığı, sıçramalarla son bulan , ardışık ama birbiriyle içeriksel olarak farklılaşmış yığınla irili ufaklı sürecin toplamı bir kapitalizmden bahsetmek kaçınılmaz olacaktı.Dolayısıyla şehirlerin mekansal yapıları da paralel bir evrime uğrayacak, birbirine yapısal olarak hiç benzemeyen türden mekansal kümelenmeler giderek, şehri tüm halleriyle tarifleyebilecek entegre bir imgeye doğru toplanacaktı.Yani süreklilikler içinde birbirini izleyerek gelişen sosyo-mekansal zincirleme reaksiyonların birleştirici fotografı olarak. Kıt’a Avrupa’sında tarihsel olandan gelen güç modernizm ile birlikte, başlangıç koşullarına bağımlı , gelecek zamanın ücra koordinatlarında kendini gerçekleştirme düşleri kuran planlamalara yerini bırakacaktı. Amerika ise zaten tarihinin gelişeceği yolun taksimetresini kendisi açmıştı bile. Diğer deyişle Zaman, in vivo (canlılık koşullarından mahreçli) olmaktan çıkıp , modernizm’in laboratuar koşullarında (in vitro) üretilebilen mamul haline getirilecekti.2.dünya savaşı sonunda modernist mimarlığın karşısında etkisiz kalacağı bir olgu belirmişti . Avrupa’da savaşın getirdiği yıkımlar nedeniyle , Amerika’da ise sermayenin yeni yayılma alanı olarak beliren bu olgu; fiziki mekan arzının barınma sorunuyla direkt ilişkilendirilmesi zorunluluğu olgusudur. Dolayısıyla bu durumun toprağında anında bitiveren ‘management procedure’ politikaları uyarınca imal edilen genel/anonim mekan anlayışı , Kıt’a Avrupasında yıkılmış şehirleri , Amerika’da ise artan ekonomik ivmenin tetiklediği suburb’leri-banliyöleri inşa edecekti.Kıt’a Avrupa’sında management patronları, inşa süreçlerinde mimarların hantal, keyfi,pahalı, destandardize hali ile oyalanamazdı..Mimarlığı meslek olarak kendilerine benzetmeleri gerekiyordu ve hızlandırılmış şantiye süreçlerine mimarı da dahil ederek, onun 20.yy başı ideolojik spirituel snobizmini de-burnu büyüklüğünü- asimile ettiler.(*1).Mimarlık meslek olarak 20 yy ortalarında inşai işlerin dünyasında eriyip giderken, şehirler, iki ayrı kıtada iki ayrı hasıl oluş süreci içinde peydah olmaya başlamışlardı.Kıt’a Avrupası savaşta hiç hasar görmemiş ya da az hasar görmüş şehirlerinde hemen tümüyle konut yapımına yöneliyor, Amerika ise, konutlar ile sivil- yönetsel binaları şehirleşme ekseni olarak entegre ediyordu. İşte bu farklılaşma içinde Amerika’da- yani salt konutun değil public- urban-transportation (kamusal-kentsel-taşımacılık) başlıklarını tek bir başlık altında toplayarak ve büyük bir yoğunlukla inşa ederek kendini sıfırdan kuran Amerikan toprağı, tasfiye ettiği Kızılderili halkların siyasi-yönetsel federalizmini de eksenine alarak, mekansal örgütlenmesini bir rotaya oturtuyordu.. Modernist entelektüalizm ; Amerika’ya, Nazi Almanyasından kaçan Musevi beyin gücünü , iktisadi pragmatizm’le (yararcılık) birleştirerek, güncelleştirilmiş yeni bir mimar tipini pazara sürme olanağı ediniyordu.Bu yeni mimar tipi ; tasarım ofislerini proje standartları yaratarak bina üretim tezgahına dönüştürmüş,’market’a hizmet eden prodüktör-mimarlardı. Prodüktörler, entelektüel kaygıları zayıf , pragmatistler topluluğu idi.Louis Sullivan gibi , pazar ile entelektüalist tutum arasında geçiş dönemi melezi olarak yaşayan istisnalar dışında prodüktör-mimarlar ile hantal Kıt’a kapitalizminin ağır Avrupa Modernisti Gropius tarzı mimarları arasındaki son zayıf bağları da bir Avrupalı Mies Van Der Rohe, zihinsel emeğin endüstriyalizasyonu mottosuyla koparacaktı: ’less is more’...2.dünya savaşından 10-15 yıl sonra şehirler yeni oluşa gelme tipolojisine girmişlerdi bile; biyolojiden bir terimle bu süreç Ontogenetik Oluşum süreciydi. Ontogenez’i, biyo-fizikçi Cramer; bir organizmanın başlangıçtaki o kimliksiz, ötekilerden farklılığı bulunmayan , ayrışmamış hücreden başlayarak, yüksek düzeyde farklılaşmış organize bütüne kadar olan gelişmesini tarif eden bir terim olarak açıklıyor.Dolayısıyla her ne kadar kendisini hala Baudrillard-vari nesnemsi şey örgütlenmesi olarak sunsa da birçok hücrenin birbirinden habersiz bir aradalığından dolayı, multi-ontogenez yapı olan şehirlerde sürdürülen mimarlık, her biri, ‘masif hücre’ si içinde kapalı dolaşımda olan ama bir etki olarak içerilmiş semptomlara dönüştü.Yani mimarlık 20.yy boyunca çevre iktisadının toplumsal kan dolaşım sistemi içinde organel olarak rol almıştı, fakat artık bir patoloji olarak çevre iktisadının yüksek tansiyonundan başka bir şeyi temsil etmiyordu.. Mimarlık, tarihsel olarak şehirlerin multi-ontogenez olma/sürme süreçlerinin dışına itilmiş olarak ve kendi gövdesinin ifadesi olacak otonom bir yapıyı temsil etme gücünden mahrum kalacak şekilde etkisi sınırlanmış bir alana hapsoluyordu.. Artık şehirler vardı!!-2.Bölümde ayrıntılı incelenecek- mimarlık bağımsız kapital kült’ünü-yani cemiyetini- temsil edebilecek gücü edinebilmek için ikna ve ima potansiyeline sahip değildi .Piyasanın alelade alt-faktörlerinden biri olarak şehrin iç uğultusunda erimiş durumda bulmuştu kendini.şehir karşısında mimarlık için no exit..! çağı başlamıştı.
Peki no exit..! çağında üniversiteye ne olacak?
Piyasa da mimarlık ,üniversitede de mimarlık eğitimi tükendi..Ama insan zihninin göreceli olarak henüz yeni ilişkilenmeye başladığı mekan ve zaman kavrayışları, modernizm’in kısır/natürmort nesnemsiler üretimi zonunu çoktan aşmış durumdadır..Modernist dünyayı fosil yakıt enerjisine yaslı bir hayat olarak tariflersek, yeni zihin ve taze eğilimler güneş enerjisi olarak bizi bekliyor.Yani insani bedenin teknoloji yoluyla protez inşa süreçleri, yeni türden toplumsal hareketlenmelerin itkisiyle artık zorlanmakta. Aranan şey başka bir şeydir.İnsanların bilgisayarları başında bir anlık duraksamalar-duraklamaları var..İnsan, bedenini unutabilme maharetine sahip değildir.Dolayısıyla tüm zihinsel çabaları nihayetinde bedensel bir deneyime yol açmak zorundadır.Yani dünyayı dolaysız-kişisel sınama yoluna.Bu kaçınılmazdır.(*2) kaçınılmazlığın gerekçeleri ise aşağıdaki satırlardadır.
iki şüphe..
Batı ;20.yy başında , kavrayışı denli pratiklerini de üzerine oturttuğu Newtonyan toplumsal hayat paradigmasının, iki önemli öne sürüm ile, sonsuza dek tarihe gömüldüğünü her daim göz ardı etti...Bu öne sürümlerin biri Özel Görelilik-Relativite Kanunu ile Einstein’a, diğeri ise Kuantum Belirsizlik İlkesi olarak Heisenberg’e aittir.... Einstein’ın özel görelilik kuramı etki-tepki, neden- sonuç arasındaki bağları birbirinden kopardı. Zaman/Gözlemci etkileşimine bağlı neden-sonuç ilişkilenmesinin, ancak bu ilişkilenmenin koşullarının yaratıldığı ortamla ilişkilenmeler üzerinden okunabileceğini vazetti. Zamanın, evrenin hangi noktasında olursanız olun aynı karakteristiğe sahip olmadığını, etki-tepki ya da neden-sonuç ilişkilenmesinin, her ölçekte aynı vargıya yol açan, birbirleriyle zincirleme içsel bağlar kurma anlamında gelişmediğini söyledi Einstein ; bu ilişkilenmelerin var olduğu biçimleriyle , evrensel hal yasası değil, koşul bağımlı algılamalar olduğunu kanıtladı. Diğer öne sürüm ise, kuantum fiziği kapsamında Heisenberg’in belirsizlik ilkesidir...atom ölçeğinde nedenin sonuca, sonucun ise nedene dönüşebildiğini, yani aynı anda bir şeyin hem neden hem sonuç olarak kendi üzerinde süperimpoze olabileceğini ,bu dönüşümün , nasıl ve ne zaman olacağını kestiremediğimiz bir sıçramaya tekabül ettiğini, çekirdeğin etrafındaki elektronun hız momentumu ile konumunun aynı anda saptanamayacağını – ya biri ya öteki bilinebilir- söyleyerek; Heisenberg bizleri tekinsiz sokağa açılan bir köşede yalnız bıraktı. Heisenberg , hem hız momentumunda içselleşmiş zamanın, hem de elektronun konumu olarak temsil edilen mekanın hem ayrışık, hem kaynaşık olduğunu söylüyordu.Daha ilginci gerçekte hem mekan, hem zamanın elektronun hareket tarzında potansiyel olarak durduğunu ve birinden birine doğru elektronu gözlemlediğimizde bu potansiyeli etki halinde aslında bizim oluşturduğumuzu yani elektronun zaman-mekansallığını bizim ona dokunmamızla oluştuğunu söylüyordu.Zaman-mekan kavrayışının atomaltı parçacık fiziğindeki bu yapısının, bizim ‘normal’ dünyamızın ölçeklerinde de sürüp sürmediğini ya da onunla nasıl ilişkilendiğini artık felsefi bir sorun haline getiriyordu.Fakat her iki öne sürüm de, birbirinin hem simetrisi hem de simetrik kırılması olan Newtonyan zaman-mekan çiftinin kimyasını bozmuştu.Elma mı yere düşüyordu? yoksa Yerküre mi ona gidiyordu? ya da düşme süresi boyunca artık elmalıktan çıkmakta ve bütünlüğü sadece süreksizliklerin hafızası (*3) haline mi gelmekteydi.?..Artık Newtoncu fiziğin Zaman/Mekan ayrışıklığına ilişkin her durumda geçerli evrensel bir paradigma olma tartışılmazlığına Kuantum Fiziğince nifak tohumu ekilmişti.
Newtoncu zaman –mekan kavranışının 19.yy arkasından gelen 100 yılı içinde gerçekleşen iki olay ; mikro dünya yasaları ile bizim gündelik hayatımızca tariflenen makro dünya arasındaki geçişsiz ortaklığa işaret etti.Her ikisinde de vaka failleri meçhul kalacaktı. Çünkü yanlış olmadığını düşündüğüm bir ifadeyle failsiz fiil çağına işaret ediyorlardı; birincisi, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları ,yani nötronla atom çekirdeğini bombalayarak, atom çekirdeğindeki proton ve nötronu, çekirdek kuvvetiyle bağlı olduğu yuvasından yıkıcı gücüyle beraber dışarı kovmaktı. Diğeri ise yol açtığı varoluşsal yıkım sonucunun aynı anda neden’e dönüştüğü, Dünya Ticaret Merkezine 11 Eylül saldırısıydı.
19.yüzyıldan başlayarak, uygarlığını tabiatla ilişkisine uyguladığı tek yönlü zor’undan sağan insanlık, yarattığı ikinci doğa’nın namlusunun gerçekte kendisine ve yeryüzündeki tüm yaşama dönük olduğunu, Hiroşima- Nagazaki ve 11 Eylül felaketlerinden sonra bile hala fark etmiyordu.
Ölçekleri itibariyle her iki olay da gerçekte Heisenberg ilkesiyle negatif diyalektik ilişkisini teşhir ediyordu; elektronun hız momentumunu ve konumunu aynı anda saptamanın gerçekte bir yolu vardı!!.. O da hız momentumuna, atomaltı ölçeklerden daha üst ölçeklerin herhangi bir katmanından, yabancı bir ‘konum’ şırınga etmekti. Yani evrensel kabul olarak kuantum fizik yasalarınca imkansızlık taşıyan bir ilişkilenmeyi inkar etmekti.Belirli bir ölçekte -atomaltı ölçekte- başka doğal ilişkiler manzumesi içinde etkileşimi olan iki ögeden birini-ki burada konum- nötralize ederek ; nötralize konum’un, Newtoncu ölçekte bir karakteristiğini adeta atomaltı ölçekteki varlığıymış gibi ,nötralize edilmemiş bir diğer ögeyle-yani momentum- ‘dışarıdan’ ilişkiye zorlamak.yani ölçekler arası kan uyuşmazlığını normalleştirme girişiminde bulunarak felaket üretecek bir akraba evliliğini örgütlemek.Sonuç; büyük insani ,sosyal ,doğal yıkımlara yol açan bir şiddet ve ardında bıraktıkları...Bomba haline getirilmiş bir yolcu uçağının , ABD’yi ,Kuzey-Güney savaşının arkeolojik derinliğine kadar sarsabilmesinin gücü bu durumdan kaynaklanıyordu.Artık ‘Yer’ yani ‘Place’ yoktu.Uzay boşluğunu bir toplu iğne ucu ile delebilirdiniz ve bunu yapınca önünüzde saydam bir bubble beliriyordu-kuantum dalga fonksiyonunun çökmesi gibi-Cereyan eden her şey yerel-olmayan (non-local )idi..Heisenberg haklıydı!! Ne 11 eylül ne de atom bombasının faili diye bir şey olamazdı.Çünkü fail elinizde ise vaka saptanamıyor, vaka vuku bulmuş bu kez ise faili belirsiz kalıyordu.Oysa El-Kaide bir ‘yer’ -‘Place’ vektörüydü, fail olmanın ölçek katmanında bulunamazdı.Saldırı yeni çağın bir ürünüydü ve El-Kaide bu saldırının olsa olsa birkaç butonundan biri olabilirdi..Bush Jr., Amerikan başkanları tarihinde Truman’la birlikte eblehlik seviyesini yükselten bir başkandı; durumu algılayamamış ve vaka’nın hiç olmaz ise ağır psikolojik yenilgisini gidermek için ‘yer’ üzerinden yapılan bir müdahale yani işgal ile 11 eylül ile hiç ilgisiz Irak’a, daha doğrusu büyük batağa girmişti. Bir çağ kapanmıştı oysa toplumsal hayatın yönlendirici kurumsallıkları hala eski çağın paradigmasının mirasını sürdürüyordu. Masanın üzerinden örtü çekilmişti ama yemekler de, yemek takımları da hala örtü çekilmeden önceki konumlarını masada koruyordu, işte üniversite artık entelektüel manada buydu:boşlukta salınan beyaz masa örtüsü..
Modernizm, mimarlık küresi içinde insanın çevre-geçirmez (enviroment-proof) doğasını ihlal etme suretiyle ideolojik mahreçlerini yarattı. Gerçekte biz insan olarak dünyadan ayrışmış ve dışarıda konumlanmış gözlemcilerden başka bir şey değildik. gözlemin yarattığı yanılsamalar ve saptırmaların bedenle olan biçimlenme korelasyonu bizlere akıl bahşetmişti ve ‘doğayı’ ancak belli çerçevelerin içine çekerek ve kategorize edip adlandırarak download edebiliyorduk. Modernizm, sanılanın aksine, insanın çevre ile ilişkisine organik gerçeklik diyebileceğimiz bir sav ile müdahalede bulundu. Bu sav; insanın içinde yaşadığı çevreye kendini yedirebilme entelekti bulunduğu savıydı. Uygun ortamlar sağlandığında, insan bir tür geçirgenlik içinde çevreyle ‘bir-bütünleşik’ olabilirdi. Bu uygun ortamlar modernizmin çekmecesinde veriliydi. Uygun ortamlar servisini ise mimar yapacaktı. Modernist mimarlık çevreyi bu kez mimarlık küresinin dili ile ‘ambalajlayarak’, belli kategorileri ve kullanma dilimlerinin içinde bu ambalajlı kategorileri depoladı.İçinde yaşanan bildik dünyayı modernist mod’lar kapsamında kurgulayıp yeniden kullanıma açmak için, indirgeme aracı olarak bu kategorizasyonlar 1900 lü yıllardan başlayarak yaklaşık 60-70 yıl boyunca hazır mimari menüler olarak piyasaya sunuldular.. Bu yoldan giderek çevreye dahil olmaya programlanmış modernist biyo-hücre metaforları –örneğin ‘yeşil kuşak’- şehirlerin ‘gelişme’ planlarının vazgeçilmez başlığı olacaktı.
İnsan dışı oluşmuş yabanıl fiziki çevreyi ortam olarak şehir yayılma alanlarının dışına hapseden modernizm aynı durumu kendi zihni içinde de dünyaya bakış mottosu olarak kendine dayatıyordu..Adolf Loos ‘un 1929 tarihli ‘Süsleme Suçtur’ makalesinde, bu başlıkla 50 yıl geçiren modernist historiyografi, makalenin hemen girişinde, primitif kültürlerin yaşam dünyasına ait yerel değerlerin, Loos’un temsil ettiği modernist kurmaca dünya tarafından, salt incelemeye tabi tutulması gereken türde sirk gösterisi olarak bodrumdaki antropoloji laboratuarına( *4) sürülmesini, tümüyle göz ardı edecekti. Loos, Papua’lıyı modernizmin cennetinden kovarken gerçek niyetini gerekçelendirir: insan, kendi kurduğu (modernist) yasa’ların dünyasınca yönetilmeli ve bu yasalara gelişme adına rıza göstermesi gerekli bir figürandır artık. Loos’un modernist dünyası dışında bir dünya artık yoktur.Loos makalenin ikinci paragrafında şöyle der:
Bir çocuk ahlaktan-azadedir. (aynı şekilde) bizim için ,bir Papualı da (öyledir).Papualı düşmanlarını doğrar ve bir çırpıda yer.(böyle yaptı diye )O, bir suçlu değildir.Fakat modern bir kişi herhangi birini doğrar ve bir çırpıda yer ise ,o suçlu ve yozlaşmış biridir.Papualı derisini dövmeyle,teknesini,küreklerini (süs ile) kaplar,kısaca (bu yolla)her şeye el koyabilir.o suçlu değildir.(oysa)Kendine dövme yaptıran modern biri hem yoz hem de suçlu biridir.
(A child is amoral. A Papuan too, for us. The Papuan slaughters his enemies and devours them. He is not a criminal. But if a modern person slaughters someone and devours him, he is a criminal or a degenerate. The Papuan covers his skin with tattoos, his boat, his oars, in short everything he can lay his hands on. He is no criminal. The modern person who tattoos himself is either a criminal or a degenerate. )
Modernist ideoloji, kendi tanımladığı bir büyüklük içinde, insani-toplumsal yaşam çevresinin inorganik, nesnemsi, yapay oluşumlar ile -ekspres yol ağları ya da Marsilya blokları gibi- yeniden yaratabileceğini öne sürmekteydi. Gerçekte modernistlerce öne sürülen şey, müdahalenin insandan doğaya doğru tek yönlü olma şartı idi. Buna olanak verecek şey ise, insanın; doğanın,yapay çevrenin ve toplumsal olanın zaman-mekansal bir parçası halinde yeniden şekillendirilebileceği inancıydı.Modernistlerin yarattığı hiçbir çevre, insanların kendi nişlerini bu çevrelerde bulabilecekleri yuvalanmaların mekanı olabilecek türden çevreler değillerdi. O binalarda, o şehirlerde, yer almaya başlamasıyla birlikte, modernistlerce binalara ve çevrelere kodlanmış yaşamı algılama biçimlerinin, kullanıcı insanların hayatına bir girdi teşkil edecek şekilde çözünecekleri düşünülüyordu. Ama öncelikle insanın kullanım prosedürlerine harfiyen uyacağı yapay çevreler yaratmak gerekiyordu ve bunun aktörlerinden biri de mimar ve mimarlıktı.. İnsanın modernizmden binlerce yıl önce doğanın vücudunda bir kesik olarak başladığı süreç, modernizm’le birlikte, insanın, kalın zırhına sızıntı yapamaz şekilde doğayı hapsetmiş ve insani dünyanın bir baltaya dönüşme süreci olarak tamamlanmıştır. Bu yargının hislerini edinmek istiyorsanız Edward Hopper‘ın ‘açıkta duran insan gözünden tasvirler’ resimlerine bakınız.
Tarımla ve evcilleştirme girişimleri ile birlikte başlayan ve modernist nesnemsilerle kalabalıklaşarak süren bu süreçte insan sonsuza dek doğada bir kesik olmaktan çıktı. Yaklaşık 12 bin yıl süren kuluçka döneminin ardından 19.yy’a kavuştu.19.yy’ın kendisi bir icattır ama kendisinin en büyük icadı entegre toplum fikridir. Kıt’a Avrupasında 19.yy öncesinde sadece kendi etki şiddetlerinin dar bir alanında moleküler ayrışıklıkların bir toplamı olarak beliren toplum formları, yerini her bir alt düzeni ait olduğu fabrikanın sonuçta ürettiği ürüne hizmet eden organların tanımladığı bütünsel, yekpare bir toplum formuna dönüşmüştür. Yani hepimizi seküler(laik) bir bütünlüğün yeni yekpare toplum formunda çözünmüş biçimleri olarak 19.yy yeniden kurdu.(devam edecek)
2.bölüm: yapacak hiçbir şey yok!
mimarlık mesleği küresel ölçekte artık devreler mühendisliğine (circuits engineering) dönüşmüştür.
3.Bölüm: her yerde sürdürülen yıkıcı İKEA tipi mimarlık eğitimine karşı kavrayış rezonansları mod’u!
( *1) Management tiranlarının hızlandırılmış süreçler ile mekan imalatına modernist mimarlığın ahlaki bir tepki yanıtı verememesi ise modernizmin kuruluş ilkelerinde zanaatı entelektüel düzleminden sıyırıp onu inşaat süreçlerinin salt teknik iş kalemi olarak ilan etmesiydi. Zanaat , modernistler için mekansal örgütlenmenin ayrıştırılamaz entelektüel potansiyeli değildi.zanaatkarın bu süreçlerdeki rolünün ortadan kaldırılmasının teorik kılıfı ta 19. yy sonlarından itibaren tektonikler paradigmasının devreye sokulmasıyla yürürlüğe konmuştu zaten
(*2)Gezi Protestoları da bu türden bir isyandır.
(*3) Aylin Çankaya –Sözel Kaynak
(*4) ’ikonik’ antropolog margaret mead’in samoa-yeni gine’de (papua) primitif kültürler yaptığı antropolojik alan çalışmaları tam da süsleme ve suç’ un (1929) yayınlandığı zamanda yayınlanmıştır.(1928-1930 )
Kuramsal Çatışma Bildirgeleri..!3/2

kuramsal çatışma bildirgeleri..!3/2KENAN GÜVENÇ_EYLÜL 2013
sorun nedir? yapacak hiçbir şey yok! mimarlık mesleği küresel ölçekte artık devreler mühendisliğine (circuits engineering) dönüşmüştür.
(..Kıt’a Avrupasında 19.yy öncesinde sadece kendi etki şiddetlerinin dar bir alanında moleküler ayrışıklıkların bir toplamı olarak beliren toplum formları, yerini her bir alt düzeni ait olduğu fabrikanın sonuçta ürettiği ürüne hizmet eden organların tanımladığı bütünsel, yekpare bir toplum formuna dönüşmüştür. Yani hepimizi seküler(laik) bir bütünlüğün yeni yekpare toplum formunda çözünmüş biçimleri olarak 19.yy yeniden kurdu.)..
con’t..
Bu alt düzenlerden biri de modernist mimarlık ve modernist mimardır.1917 Bolşevik devrimi sonrasında Sovyetlerde ortaya çıkıp, 1925 lerden itibaren hızla merkezi iktidarın etki alanına girerek 1930 lu yıllarda Stalinci propagandanın ucuz neo-klassisizmine yerini bırakan Konstruktivizm, Modernizm çıkmazının erken ortaya çıkmış tarihsel trajedisinin sahnesi olmuştur. Sergei Ginzburg’un ve Aleksey Gan’ın iki farklı alandan -mimarlık ve nesne tasarımı/grafik- teorize ettiği söylenebilecek konstrüktivizm akımı, modernizm’in kendisinde olduğunu sandığı türden bir entelektüalizme sahip olmadığının kanıtı olan ve SSCB dışında Dessau da 1920 lerde filizlenen Bauhaus a da ilham kaynağı olacaktır.(Büyük Tatlin’in 3.Enternasyonal Anıtı’ndan sonra heykel yapmayı bırakıp soba tasarımı ve yapımına yönelmesi, Ginzburg’un faktura ,tektonika ve konstrüktsiia ile yaptığı Vitriviusian nazire, Bauhaus’un asli kaynaklarına direkt dikkati çekmemekte midir? ) Bir profesyonalizm olarak üst ölçek örgütlenmesini, Konstrüktivizm’in , Gropius’un Bauhaus’unun ve Le Corbusier’nin başını çektiği CIAM’in (Uluslararası Modern Mimarlık Kongresi-kuruluşu 1928) üzerinden yaptığı öne sürülse de, modern mimarlığı -1.bölümde belirtildiği gibi -konvansiyonel bir yapıya dönüştüren şey, yaklaşık 30 yıl arayla gelen iki dünya savaşının yol açtığı yıkımın rehabilitasyonu çabalarıdır..Yani 1950 lere dek mimarlığı temsil eden iki farklı modernist form zaman zaman birbirleriyle zayıf etkileşimlerde bulunarak ama bir arada yaşayarak hem Amerika’da hem Kıt’a Avrupa’sında hüküm sürdüler.Entelektüalist/İdealist renk taşıyan Bauhaus’cu ,CIAM’ci form, üniversitelerdeki mimarlık eğitimine malzeme taşırlarken; devletlerin bürokratik aygıtı olarak işleyen ‘üretimci’ form, piyasa mekanizmaları içinde modernizmin sivri köşelerini iktisadi yararlar uğruna törpüleyerek prodüktör mimarlar/market-modernizmi mimarlığını icat etmişlerdir.Kısaca modernizm iki çelişkili biçime bürünerek 1950 sonrası yoluna devam etmiştir: birincisi kendisini otonom olarak bir ada olarak gören ve toplumsal bağlarını bu konumdan kuran elitistler ile modernizmi son kat boyası olarak kullanan kitlesel bina üretimcisi prodüktör- mimarlar.Bu ayrışmanın nedeni mimarlığın rasyonalite gereği doğmuş bir zorunluluğa sahip olmayıp kurmaca bir icat olmasıdır.Tüm batı historiyografyası modernist mimarın bu kurmaca yapımını, tarihsel sürecin zorunlu sonucu olarak lanse edilmesi üzerine kuruludur.Yani batı mimarlık tarihi yazımları 19.yy ve erken 20.yüzyıl modernist mimarlığını milat alarak, 19.yy dan geriye doğru ve 20. yy’dan ileri doğru filmi sarma suretiyle, modernizmi varetmek için yazılmışlardır.Karşıtları da dahil olmak üzere -öfkeli Ruskin’in bile- mimarlığın tüm tarih yazımlarının şu ya da bu şekilde modernizmin ağzından seslenmiş olması olasıdır( bu nedenle mimarlık tarihi olarak herhangi bir değini üzerine yazılmış metinler yerine örneğin Braudel’in Maddi Uygarlıklar ve Kapitalizmi’nden insanın mekansal bulunuşlarını iktisat,coğrafya, katastroflar, hayat gailesi vd bazında titreşimler halinde hissetmek üzere, tam bu türden değiniler üzerinden yazılmış metinlerin gündeme gelmeleri perdelenmeseydi, meselelere açıklık getirecek modernist paradigma dışında çok farklı bakış açıları taşınabilirdi.Nitekim CIAM in amansız eleştirmeni Aldo Van Eyck ‘ın Dogon-Afrika gezileri sonrası yazmış oldukları, Team 10’e ve Avrupa-Hollanda mimarlığına ve abii bizlere bugün dahi hararetle kullanageldiğimiz güçlü, taze nefesler taşımıştı.)
Mimarlık 19.yy dan başlayarak mühendisliğin kostümlü provası olarak ve nesnel varlığa sahip olmadan salt bir etki olarak örgütlenmiş yapısız bir toplumsal formdur ve modernizmin ta kendisidir.Modern mimarlık ; 19.yy da arkaik ve antik zamanlardan başlayarak olagelen ve kırılmalarla süre giden bina üretimine yaslı tarihsel bir oluşumun yerini bir sıçramayla alarak, 20.yy ilk çeyreğinde başka bir şey olarak-bugün mimarlık dediğimiz- peydah olup, kendini geriye doğru tarih olarak ve ileriye doğru ‘sanal-üretim’ olarak var ettiği salt bir etkidir.Çünkü bu yüzyılda yeni görme biçimlerinin yeni gözlem aygıtları (fotograf makinesi,röntgen ışınları, sinematograf vd.) aracılığıya edinilebileceği imanı vardı ve modern mimarlıkta hem bir gözlem aygıtı, hem gözlemci işlevi görebilen bir denetim önerisiydi.Sıçramanın yol açtığı kesinti boşluğunda , modernist mimarlığın alaca bulacalı kafa karışıklıkları içinde; Horta’nın dehası üzerinden Art-Nouveau akımını varetmek ,Botticher ve Semper odaklı tektonik kuramları paravanı altında zanaatle hesaplaşmak ve özellikle Perret cephesinde konuşlanan taze fidan betonarme ile flört etmek vardır. Mimarlık , mühendisliklerin tarihsel olarak- savaşlardaki önemi nedeniyle -sahip olduğu maddi-somut-otonom bir gövdeye hiçbir şekilde sahip olamama karakteriyle varolmuştur.Daha önce bahsedildiği gibi mimarlık tümüyle 19.yy ın bir icadıdır,varlığı bir iddia ve yapısız-gövdesiz bir etki halinde, modernizm olarak ortaya çıkmıştır.Tarihsel olarak 19 yy dan önce mimarlık diye bir şey yoktu.Batı toplumsal yapısı içinde savaş sonrası zorunluluklar nedeniyle –üretim planlaması gibi- gereklilik statüsüne erişse bile ilerleyen dönemlerde kültürel fazlalık bazında toplumsal yaşamda kendine zayıf bir yer edinebilmiştir.Bu aynı Sanatın İcadı kitabında Larry Shinner’ın, primitif kültürlerde hayatın yaşamsal örgütleyicisi eşya-nesnelerin –örneğin büyücü asası- müzelerin varlığıyla sanat objesi olarak icat edildiğini öne sürmesine benzer bir düşüncedir.Yaşamlarımız için hayati olan muhitini kurma-mahal edinme faaliyetini kireçleştirerek, 19.yy da icat edilmiş mimarlığın görünümü olarak, bina ve nesnemsi yapılarda mealen temsil edilen bir sergiye dönüştürmek modernizmin varlık nedenidir.Dolayısıyla modernist mimarlık, salt yaşamımızın,yaşanılan dünyanın etkin canlılığını durağanlaştırmayla kalmamış aynı anda kendi icatlarının öznelerini de imal etmek saplantısı içinde, dünyayı nesneler yığınına boğarak gelişmiş bir kurmacadır.Binaların kullanıcılar,yapımcılar ve işletmeciler üzerinden kurulmuş sistematiğinin analojisi modernist şehirlerdir. Modernist şehirler, insan hayatının gündelik yaşam kategorizasyonları olan yeme-içme-barınmayı içeren 24 saatlik zamandaki faaliyet ayrışımları üzerine kurulmuşlardır.Tek bir doğru hat üzerine sıralanmış insani faaliyet öbeklenmelerini teşhir edecek şekilde bir araya getirilmiş nesnemsilerin kullanıcı profilleri de, android familyalar olarak modernizm tarafından toplumsal hayata önerilmiş ve kabul görmüştür.Fakat tarihsel olarak kökensiz bir sıçramaya tekabül ettiği için havada asılı kalakalmış modernizm’in erk alanı, şehir gibi bir kaos örgütlenmesi olan ,kendini-örgütleyen çoklu yapılanmaların oluşumunu başlatsa dahi nihayete erdiremezdi.Bunun nedeni ; modernizmin tarihsel oluşum biçiminin, onun yaşanılmakta olan hayatı, salt indirgeme-soğutma-koşullama kalıpları içinde inorganik bir dünya halinde katılaştırmasını getirmesindendir.
Modernizmin dünyasında şehirler ve onları sürdüren tüm nesnemsi-inorganik yığınlar (binalar, yollar,meydanlar,yeşil alanlar vd. ), devasa bir kontrol mekanizması olan bir ağ tarafından üretilirler: altyapı enstalasyonları.Altyapı enstalasyonları, en sonunda bir ‘kapalı sistem’ örgütlenmeleridir.Girdi ve çıktı süreçlerinin tek yönlü işleyişine, prosedüre dayanan statik düzenlerdir.Enstalasyonların her biri ,sanılanın aksine servis sağlayıcı değildirler, kendilerine uyarlı ekipmanları bünyelerine katarak büyüyen sonsuzluğa programlı, çatallanmış (bifurkatif) algoritmalarıdır.Atık/ Çöp tasfiyesi-ki bu bir uzaklaştırmadır gerçekten,gözden uzak tutulmadır,ortadan kaldırma değil- bağlı bulunduğu hijyen ağında çatallanır; tıbbi hastane atıkları toplanması ya da illegal çöp toplayıcılar ya da merkezi çöp toplayıcılar ya da çöp imha tesisleri gibi işletme çatallanması değil örneğin bunların gece yapılıyor olması da zamansal bir çatallanma ,bir örtük baskılama yaratır.Gece gizli güçlerin, pek arzu edilmeyecek şeylerle temas ettiği tekinsiz mekan olarak kapitalizmin yaşantılarımızı gündüzleştirme operasyonunun bir parçası haline getirilir.Gece, şehirlerin gece hayatından normal yurttaşların uzaklaştırılması gereken bir mekansallıktır.Görüldüğü gibi hijyen ağının çatallana çatallana, diğer ağların kılcal yapılarıyla buluşur hale gelmesi söz konusudur. Modernizm işte bu ağların etrafa kök budak salmış yayılımlarının ince düğümlerle rastlantısal olarak ve kendiliğinden ördüğü sayısız iç içe düzenlerden oluşur. Bu türden kaotik oluşumları baştan önleyecek ve ‘temiz-güzel’ bir şehir adına yaptığı her müdahale bir sonraki aynı türden ama daha kapsamlı müdahaleyi zorunlu kılarak ağ çatallanmalarını arttırmıştır.
Başlangıçta bir servis ünitesi olarak işlev gören enstalasyon ağlarının bugün ‘metropol’ adı verilen devasa etki dalgalanmalarına dönüşmesi kaçınılmazdı.Fakat kesekağıdı tersine çevrildi.Artık metropoller servis ağlarına hizmet eden kümelenmelerden başka bir şey değildir. 20.yy ın modern kentinin hazlara dönük yaşam alanı ve anları, onların dönüştüğü biçimlenme olan metropollerin mikrotubular yığılmalarına bulaşmış kırıntılardır. Daniel Burnham’ın 19.yy sonu Chicago’sundan, Jansen’in Ankara’sına dek şu ya da bu ölçekte modernist itkilerce örgütlenmiş tüm yerleşimler parçalarında, yine modernizmin yaptığı ‘pertürbasyonlar’_ rota düzeltmeler_ ile, yavaş yavaş kentsel enstalasyonlar insanın yaşam dünyasının (lebensraum) bir kapsamı olmaktan çıkmıştır. Bizler metropol dünyanın bu enstalatif tümörlerini besleyen androidleriz. Modernizmin çağ şehirlerinde -örneğin 2.savaş sonrası yeniden kurulan Rotterdam, merkezi otorite kararınca kurulan Brazil , statü değişikliği üzerine inşa edilen Hong-Kong gibi- altyapı enstalasyon ağlarının çatal uçlarında –sinapslarında- hepimizin android hayatları vardır.Android hayatlar-bina türü nesnemsiler-altyapı enstalasyonları seri düzeni, modernist şehirlerin genleridir.Kıt’a Avrupası metropollerinin, altyapı enstalasyon ağlarının koruyucu çeperi içinde klasik şehir vektörlerine sahip bir çok eski yerleşimin–örneğin Roma’nın ağır tarihselliği gibi- sakinlerine hala hayatın ‘anlamlara’ sahip bir şey olduğunu hissettirdiğinin hepimiz farkındayız. Oysa Shangai gibi Modernizmin saf uygulanma alanı bulduğu yerlerde, metropol, klasik şehir vektörlerine sahip Lizbon ya da Londra’dan farklı çehrelere bürünür. Saf uygulama, gelişen kentsel yapıda rastlantı ya da kendiliğinden gelişme oranının ihmal edilebilecek kadar düşük oranlı olması,ama buna karşın yoğun modernist mimari profesyonalizm içermesi anlamında kullanılmıştır.
maltepe sırtları, istanbul!! çarpık kentleşme yoktur!! kentleşme hep çarpık olacaktır!! Hepsinde de mimar!
Dağılan Sovyetler Birliği ardından bağımsız cumhuriyetlerin metropollerinde de modernist profesyonalizmin saf uygulama alanında gördüğü rol yaşanılan dünyayı indirgeme-soğutma-koşullama kalıplarının bir kez de bu yerlerde gerçekleştirilmesidir.Sonuçlar metropollerin yapılanma tarzının tüm ipuçlarını sergilemektedir: metropollerin altyapısal alt birimleri olarak inşa edilen yapılar -Norman Foster’ın Hong-Kong-Shangai Bankası gibi-, üst düzeyde yaptıkları kullanımın işlevsel organizasyonunu, insani faaliyetin karmaşık ilişkiler düzenine dönüştürmeden, nesneleşerek gerçekleştirmektedirler.Bunun nasıl bir şey olduğunu ,Antalya –Alanya güzergahında birkaç saatte görebilirsiniz.Hemen hepsi şehrin enerjisinin, kapitalizmin potansiyel akışkanlar enerjisi ile takasını yapmaktadırlar.Enerji takas ya da dönüşümünü sağlayan portörler ise şüphesiz metropol insanları, androidler olacaktır..Metropoller, modernist tarihsel akışta şehirlerin önce kentlere, sonra metropollere dönüşme sürecindeki tüm maddileşme biçimlerini bu enerji takası üzerinden sağladıkları için, metropol insanları da yaşam dünyalarında sadece titreşen/blur hayat tarzlarını var ederler.Hemen tümü, tüm metropoller, gelecek yüzyıla varmadan,tarihsel olarak geçilmiş olmasına karşın kendi içlerinde bir önceki zamanların modernist kentini,modern öncesi klasik şehri, yeni teknolojik ekipmanlar eşliğinde kopyalayarak metropoller içinde otonom kentler peydahlayacaklardır.Yani gelecek yüzyıla dek metropoller, içlerinde modernist kentler barındıran, zeminden bağımsızlaşmış-aynı 5.element filminde tasvir edildiği haliyle- fragman kümelerinden oluşmalarının hemen ardından, belirmiş yeni türde sosyalizasyon süreci bifurkasyonlarının-çatallanmalarının- giderek yaşantının yeni nöronları haline gelmesiyle ortadan silineceklerdir.Yani giderek şehirlerinde tarihsel olarak oradan kalktıkları yeni bir sürecin uzun yüzyıllarına giriyoruz.
Şehirlerin, kendileri için imal edilmiş insan-kullanıcıları organize eden mekansal etkiler haline gelmeleri modernizm ile olmuştur. Modernizmin müzelerde primitif kabilenin büyücüsünün asasına yaptığı muamelenin aynısını, yani asa’nın yapısal etkisinin yerini, modernist simgeciliğin türettiği kalıplarla-sanat gibi- ikame etme muamelesinin aynısını insana yapar.Ve bununla da yetinmez insanın biyolojik gereksinimleri etrafında on binlerce yılda kurduğu yaşam halesini şehirlilik ile ikame eder.Tarihsel olarak 20 yy sonuna doğru metropol hususiyetleriyle donandıkça, şehirli hayat, salt altyapı enstalasyonlarının insanı organize ettiği devasa bir mekanizmaya dönüşecektir.Kültürel alan da dahil olmak üzere tüm ‘ölçülemez-açık uçlu gelişme alanlarının’ şimdiden altyapısal bir enstalasyon haline geldiklerini bir tek gözlemden çıkarabiliriz: giderek tüm metropollerde hayat giderek artan bir tarzda zamansal olarak planlı kesitler içine sokulmaktadır.
Şimdi profesyonalizm olarak yani meslek olarak mimarlık metropollerde hangi halının altına kaçmıştır? bunu saptamak gerekir. Enstalatif makro ağ şebekesinin uyarlı ekipmanlar listesinin birincil nesneleri binalardır. Binalar yani nesne-hacimsellikler, enstalasyon ağ şebekesinin yani kent altyapısının yeraltından yerüstüne fışkırmış filizlenmeleridir. Tüm maddilikleri nesne/nesnemsiler olarak ayrıştırma gücüne sahip metropollerde binalar bir altyapı nesnesidirler.Tümü yeni türden bir mühendisliğin devreler mühendisliğinin (circuits engineering) –bu benim uydurmamdır-ürünüdürler.Devreler Mühendisliği konvansiyonel inşaat, makine, elektrik, bilgisayar mühendisliklerini ve planlama –kontrol mühendisliklerini kapsadığı gibi, mimarlığı da tarihsel bir dönüşüme uğratarak onu insani habitatın kombinasyonlar-adaptasyonlar-aranjmanlar teknisyenliği yörüngesine fırlatmıştır. 20.yüzyıl sonundan beri mimarlık ,artık o 20 .yüzyıl başı mimarlığı değildir.Bir tür organizasyonel teknisyenlik statüsüdür.Pekala; böyle bir dünya eğer vaki ise, üniversite bu dünyada nasıl bir yere sahiptir? Aslında bu soru modernist ideolojinin entelektüalitesince 1970 li yılların sonunda sorulmuş ve pratik yanıtları da beklenilmeyecek şekilde bir zamanların ‘devrimci-avantgarde’ eğitim yuvası olan Architectural Association’ın (A.A.) gelişme seyrine yedirilmiştir.Daha doğrusu bu seyirde modernist darbeyi izlemek mümkündür.Kuramsal çerçevede 1960’ların A.A. bünyesinde ‘..dondurulmuş, ambalajlanmış hazır yemek Palladio’dan daha önemlidir…’ diyen Peter Cook’un Plug-City’si gerçekte kendisinden bir 10-15 yıllık öncesinden başlayan başka bir keskin duyarlılığın karşı kutbunu oluşturur.Bu öteki kutup Palladio’ya değil, ama insani faaliyetin orijinleri ile modernizmin zaman kavrayışına bakarak, onu gündelik hayatla uzlaştırmaya çalışan, Van Eyck ve Jaap Bakema, Georges Candilis, Giancarlo De Carlo, , Alison and Peter Smithson and Shadrach Woods’un; Team10 ’idir. Archigram ile Team10 arasındaki cambaz ipini geren şey ise binaların, geleceğin metropolleri adına nesneleştirme sürecinin, kirli şimdiki an’dan arındırılarak-katharsise tabi tutularak- teknolojinin saydam zamanına taşınmasıdır.1970 ler başında A.A.’in başına getirilen Alvin Boyarsky, Peter Cook –Archigram- etkisini kurumsallaştıracak adımlar atarak , erken 1900 lerin modernist düşü olan otonom mimarlık nesnesi bina üretiminin altyapısının kurulması için çabaladı ve A.A.’i teknotopya bir yer olarak İngiliz öğrencilerden de ‘kurtarıp’ küresel ‘müşterilere’ açmaya başladı.1975 lerden itibaren yavaş yavaş tasarıma veri teşkil edecek dış dünya etki ve olgularını kendi çitleri içinde çekip ve hepsini radyasyon duşunda temizleyerek halledeceğini düşünen modernist A.A. sendromu, tüm dünya da mimarlık eğitimi müfredatının ana hatlarını şu ya da bu şekilde etkiledi.Aynı harp sonrası Amerikan mimarlığını dönüştüren göçmen Bauhauscular Gropius ya da Mies Van Der Rohe gibi. Bauhaus’cu temel tasarım şartlı refleksi, modernist historiyografya vitrini , A.A. zihninin fason yansıması atölye sistemi üçlüsü, her ülkenin yerel ama ikincil karakterleriyle birleşerek-örneğin Türkiye’de; devlet aygıtının yapı üretimine-kamusal kullanım niyeti taşımayan yapılar üretimidir- endeksli mimarlık yarışmaları-, şu an içinde bulunduğumuz düşük profilli üniversite mimarlık eğitimi sistemini kurdu.
Tüm mimarlık eğitimi süreci, tüm üniversitelerde –bir Amerikan Üniversitesi kopyası olmayı denese bile 1980’ lerde hızla dönüşmüş olan ODTÜ dahil-yaklaşık 40 yıldır şu minvalde gidiyor: düşüncenin mobilyalaştırılması ve her iki yönde hem ‘öğrenen’in’ ve hem öğrenim nesnesi dış dünya kuvvetlerinin üzerinde işlem yapılabilecek şekilde insani faaliyetin haritalanması…bu Modernist, Newton’cu ve euclid’çi paradigma, tüm içsel enerjisini ve yaşanılan dünya ile ilişkilenme potansiyelini daha 2020’ler gelmeden tüketmiş durumda. Ağır bunalımını aşmanın hiçbir yolu olmadığını derinden hissediyor. Hissettikçe formatlanıyor, formatlandıkça faşizan/otoriter bir güç haline geliyor. Faşizan; çünkü akademik mekanizma içinde çoğunluk, alıntı detektörü-statü düşkünü iletken taşıyıcılık görevini üstlenmiş insanlar topluluğundan oluşuyor. Otoriter; çünkü yol açtığı insani kıyımın farkında değil. .Durumun farkına varmış ve bir şeyleri dönüştürmeye çabalayan İyi hocalar ya tasfiye ediliyor ya bir şekilde etkisiz kılınıyor.Lisans ve lisansüstü ve doktora düzeyinde her kategoride vitrindeki 10 çeşit ürünün tekrarı ya da çeşitlenmeleriyle süren herkes için bıktırıcı ,sıkıcı bir akademik hayat.Ne olduğunu anlamak için tek bir şeyin toplantı tutanaklarına şöyle bir göz atmanız yeterlidir; kepaze bir buluşma olan MOBBİG ya da Mimarlık Okulları Bölüm Başkanları yıllık toplantı tutanaklarına.Batının ev yapımı kavanozlarda saklanan endüstriyel üretim literatürü, cılkı çıkmış, tarar gibi yapılan aslında ‘tez konusuyla ilgili cümle detektörcülüğü’nden’ öteye bir şey olmadığını herkesin bildiği halde söylemediği literatür taramaları,binlerce çocuğun tek babası, damızlık ‘rizörçhh metodoloji’.Bakkala alışverişe gönderilen çocuğun eline tutuşturulabilecek alışveriş listesinden başka bir şey olamayacak denli kağıt mendil formunda proje ihtiyaç programları.Omuz silkmeler ve dudak bükmeler, hatta zaman zaman kaba hakaretlerle sürdürülen atölye/stüdyo garabetleri ve bu programların kutu kutuları,soğuk yenilebilen hazır menü öğrenci ‘projeleri’..Simetri,doku, figure-ground ,renk ilişkisi satan ve yanında heyecanlı öğrenci promosyonu yapan hocaların hipermarketi: bauhaus’cu temel tasarım dersleri..Öte yanda terk edilmiş bir dünya; insanın kişiselliği,bilginin yerelliği, doğanın sızdırdığı kadarıyla kuantum fiziğiyle, string teorileriyle bizlere de küçücük bir kısmını sergilediği o güzelim ele geçmezliği,sonsuz çokyüzlülüğü ve bizdenliği ,toplumsal hayatın anonimliliğine gösterilen insani toplu dirençler,bir arada birlikte bir şeyler yapmanın güç verici hazları,başka insani kavrayışların ‘..bu öyle değil’ diyen sessizlikleri,kendimiz olmayı fark ettiğimiz şimdinin küçük anları..
Herşeyi bir yüzyıl içinde ‘unuttuk’..Ama gerçekten unuttuk mu?..Bu sorunun yanıtını, serinin 3.yazısına bırakıp unutmanın üzerimize serdiği toprağa bakalım.
*altyapı enstalasyon ağları; lokal otonomilerin-yerel kendiliklerin- özgün gereksinimlerini karşılamak üzere kurulmuş enstalasyonlar ile bu nesnemsilerin birbirleriyle , hizmet amaçlarındaki farklılaşmalardan doğan yapısal çelişkilerini ortadan kaldıran nesneler dünyasından oluşurlar.şebeke suyu ile doğalgaz hatlarının birbirleriyle olan yapısal çelişkileri yol yapımlarınca sağlanan, etkilerden yalıtılmış kanallar içine alınarak dokunulmazlıkları sağlanırlar.bu gözlerden uzaklaştırılmış sistemler yere bağlı ölümcül bir kontrol aracı üretirler: makbuz, fatura ve ödeme bildirim ve onay fasiliteleri sistematiği.makbuz ve faturalar, şehirlerde şartlı tahliye ile oturduğumuzun kanıtıdır.
*Algoritma, matematikte ve bilgisayar biliminde bir işi yapmak için tanımlanan, bir başlangıç durumundan başladığında, açıkça belirlenmiş bir son durumunda sonlanan, sonlu işlemler kümesidir. Yani belli bir problemi çözmek veya belirli bir amaca ulaşmak için çizilen yola algoritma denir. Genellikle programlamada kullanılır ve tüm programlama dillerinin temeli algoritmaya dayanır. Aynı zamanda algoritma tek bir problemi çözecek davranışın, temel işleri yapan komutların veya deyimlerin adım adım ortaya konulmasıdır ve bu adımların sıralamasına dikkat edilmelidir. Bir problem çözülürken algoritmik ve sezgisel (herustic) olmak üzere iki yaklaşım vardır. algoritmik yaklaşımda da çözüm için olası yöntemlerden en uygun olan seçilir ve yapılması gerekenler adım adım ortaya konulur. Algoritmayı belirtmek için ; metinsel olarak düz ifade ve akış diyagramı olmak üzere 2 yöntem kullanılır.Algoritmalar bilgisayarlar tarafından işletilebilirler..
Kuramsal Çatışmalar Bildirgeleri..! 3/3
ho! yeryüzü barınağı!
İKEA lı berger koltuk ve
tacoma
köprüsü’nün rezonanslar modu
!
Modernizm’in Köküne Kibrit Suyu Ekilmesi Gereken Mimarlık
Eğitiminin
iki Faili:
Düşüncenin İKEA lı Berger Koltuk olarak
Mobilyalaştırılması ve Tasarım
adına İnsani Faaliyetin
Evcilleştirilerek Haritalanması….
Gerçekte, toplamında hiç kimsenin mülkiyetinde olan ve mekansal olarak bütünlüğüne
imgesinin kendi bağımsız akılda kalma kaydını yaratmış Şehir denilen olguyu yavaş yavaş ortadan kaldıracak yeni
yüzyılların üniversitesi, yeni kuşak sosyalizasyonların başında yer alacaktır. Şüphesiz
böyle bir toplumsal halet_i ruhiye değişikliği birebir ölçeklerde eğitimsel
karşılaşmaların tüm içeriklerini ve biçimlerini de etkilemesi gerekmektedir. Bu
şekillenmeyi zorunlu kılan modernist eğitim paradigmasının sistematiği şöyle
işlemektedir;
1-İKEA tipi
mobilya mantığında, düşüncenin mobilyalaştırılması-nesne/anlam simetrisini-nesne geometrik düzenlenişiyle anlam üretir-
biçimiyle değil!- bağlaşıklığını- ön
kabul olarak görme, lineer üretim sistematiği içinde çıktı’lar olarak ürünün bileşenlerinin eldesi ve bu bileşenlerin kurgu ve montajının
‘ev’de’ yapılması-
2- modernist eğitim
paradigması, yaptıracağı projeyi yapacak öğrencisini de baştan imal eder.!.bu
muhatabının şahsiliğini tanımayan yerel-olmayan bir
ilişkilenmedir..yerel-olmayanla ilişkilenme taşeronluğunu ise akademiyacı güruh
yapar..!
3-Yaşanılan
dünyanın faaliyet ve güdülenmelerinin haritalanarak,her seferinde aynı yöntemin
işler kılınmasının sağlanması,
1/ düşüncenin İKEA tarzı
mobilyalaştırılması-
Modernist Akademiya’nın –ki başka bir akademiya Türkiye ve KKTC de mevcut
değildir_ eğitim paradigmasının üniversiter süreçlerdeki en yıkıcı
karakteristiği ‘düşüncenin’ mobilyalaştırılmasıdır. Akademiyayı neredeyse bir
yüzyıldır rehin almış bulunan modernist
mimarlık eğitimi paradigması sadece tasarım atölye /stüdyolarında değil Temel
Tasarım ve Tarih’ten başlayarak tüm ders içeriklerini yani tüm oturma biçimlerinizi örneğin Berger
Koltuğa indirger, demontable parçalara ayırır, ambalajlar ve bunu sanki sizin
etkinliğinizmiş gibi sizin adınıza üniversiter alem’de sirkülasyona sokar.Sizin
akademiya’cı olarak yaptığınız şey, en radikal tutumda dahi koltuğun kumaşını
değiştirmekten öteye gitmez,gidemez. Eğitimin tüm içerikleri hazır menü olarak
bir Berger Koltuk problematiğinde konsantre-usare-kıvamda katılaştırılmıştır. Eğitim
süreci boyunca ne yapacağınız, hangi güdülenmeler altında yapacağınız ,nasıl
yapacağınız,alacağınız sonuçlar,yapılanları sınama biçimleri,yükselme statüleri
için tüm gerekler , modernist paradigma tarafından formatlanmıştır. .Master
tezlerinin,doktoraların da tek hakimi İKEA’lı Berger Koltuktur. O güzel örnekte
olduğu gibi ; gemi umarsız kuzeye gitmektedir ama siz büyük bir yanılsama
içinde-o da iyi niyetli biriyseniz-, güvertesinde her yöne yürüyüş yapma
serbestliği içinde herhangi bir yöne
gidebilir ve kendi yolunuza gittiğinizi
sanırsınız.Oysa siz bir gemidesiniz ve bu geminin gittiği her yol İKEA tipi Berger
Koltuğa çıkmaktadır.Buradaki büyük insani sorun bu yanılsama değildir.Büyük ve
ahlakdışı olan Akademiyacı’nın bu durumu kendi öz etkinliği olduğuna kendini ikna etmiş
olmasıdır.Bu ikna çok kolay oluşmaktadır.Çünkü formel akademiya tezgahından
geçmiş olma tecrübesi, fason akademik hayatını kendi öz etkinliği sanmasını
empoze etmektedir.Daha önce başka insanların,arkadaşlarının yaptıkları, hocalarının dünyaya davranış
tarzının gözlemi ,karşı karşıya kaldığı hiyerarşik yapının gerçekte düşünme
eylemine yabancı bir ülke olduğunu fark etme,kendi gündelik yaşamında
üniversitenin salt kategorik bir zaman dilimi teşkil etmesi vd. Alıkonulmuş
benliği tüm akademiya hayatınca buzdolabına konulmuştur. Düşüncenin
üretilemeyeceğinin, düşüncenin kendi yaşamıyla yoğrulan bir oluşum ve
dışarıdaki hayatla karşılaşmalarının bir belirmesi olduğunu fark edememektedir.
Oysa İKEA tipi eğitim ona düşünceyi mobilyalaştırılmış olarak kullan diye vermekte
ve hedefi de göstermektedir. Cite İndex’ler, CCi’lar,Codex’ler, hakemli
dergiler,alıntılar,metodolojiler,tez jürileri, atölye/stüdyo jürileri hepsi
sizin üreteceğiniz düşünceye zaten a priori vakıfdırlar!.Sizin onlardan onay
talebinde bulunmanız yeter!Formata uygunluk yeter,ne yaptığınız önemli değildir!.Yaptığınız
şeyin hayatınızla ilgisi ‘hoca olmak,hoca kalmakla’ sınırlı olabilir!! Dolayısıyla
Theodor Kaczynski’nin dediği gibi sun’i etkinliğinize devamda hiç bir sorun
olmaz.Sizde artık öğrenmişsinizdir: ‘formatlı hocalık yapmak’ üniversite de
bulunma garantisidir.Ve çok önemli bir geleneği taşımaktasınızdır artık: başka
insanların,öğrencilerinizin de kendi kişisel denizlerine açılma merakı ve
arzusunun sizin tarafınızdan iğdiş edilmesi ve böylece Berger Koltuk eğitimine
adapte edilmeleri misyonu.Hiçbir çağda Bilgi
bu denli kirli bir silah olmamıştı.Çünkü herkes, gerçekte bu silahın sahibinin kendisi
olmadığını ilan ede ede bu silahı kullanmaktadır.
2/ modernist eğitim paradigması, yaptıracağı
projeyi yapacak öğrencisini de baştan imal eder.!.bu muhatabının şahsiliğini
tanımayan yerel-olmayan bir ilişkilenmedir..yerel-olmayanla ilişkilenme
taşaronluğunu ise akademiyacı güruh yapacaktır..!
İKEA cı Berger Koltuk ikinci olarak şunu yapar;bir aygıt oluşturmuştur örneğin
bir sismograf..Ve bu sismograf kendinden menkul kullanıcısı örneğin depremlerin
sonradan icat edilmesi fikriyle yaşama sokulmuştur. Önce sismograf sonra depremler imal edilecektir.Hem öğrenci, hem
hoca; modernizmin yarattığı ‘Hazır İnsan/Kullanıcı Tipine’ ‘barınak’ hazırlamaktadır.Bu in vitro insan tipi dir.Binaya saçak mı
yapılacak o saçak şimdiye dek yapılmış saçakların ortaya çıkardığı saçak
figüründe temsil edilmelidir.Hocanın görevi, bu saçağı ya direkt çizerek ya
açık bir imada bulunarak hocanın orada gördüğü saçak şekillenmesini talep
olarak öğrenciye aktarılmasıdır.Öğrencinin görevi ise Hoca’nın zihninde saçak
şeklinde dolaşan-eğer varsa tabii,öyle bir tilki çoğu kere yoktur ama var gibi
davranılır- tilkiyi avlamaktır.Bu ilişkilenme tüm Proje döneminde sürer gider.Hoca afaki ,oradan buradan gördüğü
şeylerin kendinde bıraktığı arşivlenmiş görsel tortuyu rest’i olarak öne
sürecektir.Öğrenci kendi dışında bir saçaklar dünyası ‘ olduğu sanısı edinerek ya oraya doğru
hareketlenecek ya da kendi görsel tortu arşivini dergilerden,internetten
oluşturmaya başlayacaktır.Hem Hoca’dan ,hem öğrenciden ‘’..Önce saçak vardı..’’-Primitive Hut !! -Ve sonra buna
Üniversite diyeceğiz.Yaşasın!!
Hiç bir koşulda genelleştirici –tipolojik ilişkilenmeler bu dünya da
önerilemez. Dünya zenginliğini bu ‘’önerilemezlik/öngörülemezlik’’ten alır.Modernizm’in
kavradığı dünya, su’dan önce bardağın,deprem diye bir şey o ana dek ortalıkta
hiç görünmemişken önce sismografın sonra
da bu sismografa uygun depremlerin yaratılması üzerinedir.Dünyada yaşanırlığın zorunluluğunu
atıl hale getiren, bağımsız,her şeyi öncelemiş verili bir tecrübe potansiyalitesi( apriority) üzerine
konuşmak Kant’çılığa mahsustur.Böylece kavramların sığınabildikleri Apriori ülkesinde kendilerine mahsus bağımsız
bir dünyası ve yaşarlılığı olduğu fikri
modernizm’i arkadan itip durmuştur.Estetik mi dediniz ? Evet 15 numara
..Bu duraktan hafta içi yarım saatte bir geçer…!! Bir de 15 M var ..O’nun
Mimarlığa uğrayarak gittiği söylenir ama 15 M’ye binmiş olanların estetize olarak o otobüsten
bir daha inmediği söylenir…!
Evet, her disiplin öğrencisini de yaratır!!.Bunu en güzel ‘Mimarlık Fakülteleri’ yapar.Öğrencinin
yaptığı şeylerin bahanesi olacak şeyler: ‘Yeşil’, ’Su Ögesi’,’Plastik Ögeler’, İşlev,Site Analizi,Form,Sirkülasyon,Çekirdek,Cephe,Taşıyıcı
Sistem,İhtiyaç Programı,Gerçek Hayat, Mimar Sinan,İşveren,Meslek,Mimarlar
Odası,Çarpık Kentleşme,Beton Yığınları, Piyasa..Kompozisyon, Doku, Çevreye
Duyarlılık,’Çalışan Plan’..yığınla sürdürülebilir
zırva..!!.. Çünkü hiç kimse şu soruyu sormaz,soramaz, tartışmaz, tartışamaz: Yahu madem
dünyanın nasıl olması gerektiğini biliyorsunuz da,niçin bunu kimse yapamıyor???Çünkü Pırasanın
uzayıp uzayıp da tam sona erdiği, pırasa olamayan başka bir dünyanın başladığı
uç’ta, tam o küçücük aralıkta, sinaptik bir
boşluk; Işığı, Suyu, Kloroplastları, Karbonu ve Oksijeni birbirine
derc ederek onlardan oluşan ama onlardan öteye açılma gücü taşıyan bir dünyayı
ışıtır: Belirsizlik Kuvveti..Oraya kadar
sizin düşünceniz olarak taşınan hayat , uç’tan itibaren olası dünyalar
adına sönümlenir. Heisenberg’te bunu böyle söylemiyor muydu!! İsterseniz
bunu laikleştirelim ,bu dünyaya indirelim ve
akademiyacıların Atölye/Stüdyolarındaki Proje derslerinde aynı soruyu
başka bir konumdan soralım; proje
yapılmadan önce tüm o yukarıdaki zırvalar,mimari
projenin nasıl yapılacağının şaşmaz
kriterlerini oluşturuyor ise nasıl oluyor da bu aynı malzeme ile herkes farklı bir şey yapma
eğilimi taşıyor?.Cevap eğer yorum
farklılığı ise, tüm bu verili bilgisel-lineer akışın kişisel bazda
kırılması ve öğrencinin kendi gerçeklik alanını ,bu kırılma adına önüne açabilmesi
gerekmiyor mu?‘sirkülasyon’, çekirdek’,Giriş’, saçak,algı,yeşil,işlev..…vs..tüm
bu kalıpları zedelebileyecek türden tek seferliğe mahsus ,kişisel zihni
alet-edevata ihtiyacınız yok mu? Atmaya yeltendiğimiz her zihinsel adımda ,
salt zaten bu zırva zerzevat’a adanmış,
formatlanmış bir dünyayı gerçekleyebiliyorsak ne olacak? Hiç karşılaşılmadık türden bir madde haline sahip ‘Urzzt’ gezegeninin
yüzeyini elinizdeki kazma kürekle kazamazsınız.-Bunların hiçbirini
yapamazsınız. Çünkü bir Kültür Merkezi ,Belediye Binası yapıyorsunuzdur, ya da
abuk subuk ‘ilginç’ olsun diye uydurulmuş bir proje konunuz vardır.Ama hep bir proje konunuz vardır. Hepsinin
karşılıkları tüm varyasyonlarıyla toplumsal hayatın arşivlerinde duruyordur.Proje
konusuz bu sistemi
yürütemezsiniz.Verilmiş ,verilecek Proje konuları modernist zihinde çoktan arşivlidir.Bırakın tasarım üzerine
ilişkilenme şartının proje konusunun
varlığına bağlı olmadan geliştirilebileceği fikrine sahip olmayı,Hoca,arşivden
dışarı çıkmaya yeltenen her insana anında müdahalede bulunacaktır:’’.. bu
olmaz..bu şöyle olmalı!.Amerikayı yeniden keşfetmeye kalkışma!’’..Bu düşüklüğe
,Oğuz Atay yaşasaydı: Hocam, geçenlerde paraya sıkışmıştım, saatimi rehin bırakmaya gittiğimde
vitrinde diğer eşyaların arasında sizi de gördüm.Guguklu saat’e yatıya mı
gitmiştiniz?’’ diye serzenişte bulunmaz mıydı?.Önceden formatlı bir dünyayı
onaylamak mimarlık eğitiminin tek alanı ise niçin bunca mimarlık
bölümü/fakültesi açılıyor? Bu tescil işlemlerini tek bir üniversitenin mimarlık
bölümü yapsa olmaz mı?. Hepsini sanki aynı kişinin,tek bir insanın yaptığını sandığınız ve sadece şekli
farklılıklar taşıyan ama hep aynı dünyanın dilini–modernizm- hep aynı romanda-mimarlık- kullanan tek tip projeler, hayatın şahsiliği karinesine aykırı ve gayri
insani yaptırımların birer sonucu değil midirler?.Kişi farklılaşması yok,okul
farklılaşması yok,kültür,coğrafya,yaş,sınıf farklılaşması ha-keza.Tüm bu
süreçler okulun mekansal yapısı,hocalar,proje konuları,öğrenci
aileleri,YÖK,müfredat programları,bölüm ,fakülte kurul toplantıları, atölye/stüdyo
sistemleri, jüriler hepsi aynı ‘’paket’in’’ içindeki küçük sosyalizasyon paketçikleridir.Yani
sonuçta bugün karşılaştığımız şeyler olsun diye icat edilmiş,güçlendirilmiş
yöntem,içerik ve biçimlerdir.Başka bir dünya için başka bir zihin
geliştirilmesi gerekmektedir.
3-Yaşanılan dünyanın faaliyet ve
güdülenmelerinin, insan-dışı dünyanın akışlarının haritalanarak,her seferinde
aynı yöntemin işler kılınmasının sağlanması..ya da; Pinokyo, bir mimoza
ağacına, yerde bulduğu uçurtma çıtasıyla burnunu karıştırmayı öğretmektedir.
Modernist Akademiyacının elinde iki nükleer reaksiyon silahı vardır;
1-Form kavramı,2_ İşlev kavramı. Yaşanılan dünyanın tüm faaliyet ve
güdülenmelerinin ve insan –dışı dünyanın tüm akış süreçlerinin haritalanması bu
iki kavramın statik ,Newtoncu,Öklidyan kaynaklarına oturtulur. Modernist eğitim paradigması hep
dile getirip yücelttiği biçimlerle aslında
hiçbir şekilde ilgilenmez. ‘Form..Form..’
diye yırtındığı şey geometrik
konfigürasyonlardır.Akademiyacıların, madde ontolojileri alanının en karmaşık kavramlarından biri olan Form’u ucundan
köşesinden olsun, kendilerine açıklayabilecek
hiçbir zihinsel donatıya sahip
değillerdir.Bu donatılar kendilerinde olsun arzuları da yoktur.(*1).
İşlev ise, uğraşmak
istemedikleri ya da kavrayamadıkları için çaba sarfetmeye değer bulmadıkları
bir dünyayı kendilerine ‘download’
edebilecek ‘ free-driver’ programlarından
biridir. Büyük bir öfkeyi hak ediyorlar! Çünkü bu uğurda kendilerinde
alıkoydukları şey genç insanların yaşam
momentumudur!! Hem Form, hem İşlev kavramları bu metnin sığasının izin verdiği
ölçekte ele alınacaktır.
Form ; etkisel düzenlerin -sığırcık sürüsü ve alıcı kuş kerkenez’in
düzenleri arasında- sahip olduğu mekansal
ilişkiler-konum gibi- takas edildiğinde beliren geçici bütünlüklerin
toplamıdır.Bu nedenle Form nihai-son- yapı değil ama sonlu bir yapıdır.Form varlığını
ilişkisel olarak söndürerek sonluluğunu edinir.
Aşağıdaki fotoğrafta, dalgalanmakta olan bir sığırcık sürüsüne avlanmak
için dalmakta olan bir kerkenezi görüyorsunuz;
Form, buradaki
ilişkilenmenin maddileşme tarzıdır. Mimarlık
zihni tarafından hiçbir zaman Formatlı
Şekil haline indirgenemez. Form içinden zamanı arındırabileceğimiz bir
kendilik değildir. Bu olsa olsa formatlı şekil
demektir. Aynı zamanda Form; olmaya gelme sürecinde bir düzen edinmeye doğru
kendini açan yapının karşılaştığı bir
başka yapı dolayısıyla maruz kaldığı ve bu yapıyı maruz bıraktığı etkilerin,
etkileşim arayüzünde ortaya çıkardığı oluş halidir. Form sabitlenebilir ,katılaştırılabilir,
statik bir olgu değildir.
uçma formu?!..konma kormu??..beslenme
formu??..
martı formunu işte bu martı temsil
etmek üzere seçildi!!
bu
bir kuş formu olabilir mi?!!
Modernizm bir uygulama kalıbı halinde önce Form tanımını, sonra dünyanın bir
parçasının bu tanıma uyarlı stilizasyonunu, daha sonra da bu stilizasyonun
geometrik konfigürasyonlarda temsilini yaparak yeryüzündeki yaşamı, Ay Kürenin
o soğukluğuna,yaşamsızlığına ve tekdüzeliğine
sürgün eder...Buna da Mimarlık der..!! Form adına kastedilen şey
akademiyacı’nın öklit geometrisi sözlüğünden oluşur. Geometri aynı Ahlak
gibi bir uygulama kalıbıdır. Önce
yapılandırılacak, geometrize edilecek bir ham idea tahayyülde belirmelidir ki
o’da maddileşmeye gitmek istesin ve kuvve’den-potansiyel oluş- cisme ,zihindeki transformasyonu uygulama
kalıplarınca taşınabilsin.Aksi takdirde, geçilecek bir sürecin kalıbını ,o
sürecin nihai oluşumu yerine koyarsanız tahayyüldeki ham idea değil,
geometrinin ta kendisi yalansı-nesne-quasi-object-
olarak maddileşir.Modernist eğitim paradigmasının, akademiyacı taşeronları
aracılığıyla okullardaki insan zihni kıyımı burada başlar.İnsanın düşünme
eylemi yoluyla ilişkilenmeye başladığı dünya ile kendisi arasındaki arayüze geometrinin zamandan ve mekandan
bağımsız -sub specie aeternitis- yaşlanmayan ve hiçbir yerde oturmayan olmaklığını yerleştirdiğinizde ,o insanın
dünyayla ilişkisini yalıtılmış kılarsınız ki bu öjenifikasyon ,faşizmin
insanlar üzerindeki yıkıcı bir siyasetidir.Çünkü siz benim her ilişkilenme
arzumu baştan zamansızlığın ve mekansızlığın hiçliğine iterek, varlık muhitimi
(lebenswelt) saydamlaştırırsınız. Mimarlık eğitiminde Akademiyacılık, faşizmin
öğrenciler üzerindeki politiğidir. Geometri aynı Newtoncu dünya görüşü gibi
Yerel_Olmayan bir karakteristiktir. Bir şeyle ilişkilenme adına seferber etmeye
çalıştığınız şahsiliğinizi ve
ait-olmaklığınızı boş uzayda mutlak bir
konuma kilitler ve sizi sadece hocaların
vakıf sizinde edinmek zorunda olduğunuz ‘oralarda bir yerlerde olan bilginin uydusu halinde anonim bir
varlık haline getirir. Mimarlık eğitimi konulu her toplantıda en az 5 kere
zikredilen usta-çırak ilişkisi talebi, öğrenci zihninin uydulaştırılması adına akademiyacıların meşruiyet talebinin ta
kendisidir.Dolayısıyla öğrencinin korelasyonlardan elde etmekten başka yolunun
olmadığı şahsi dünya bilgisi –praxis- nin yerini ,kritikler aracılığıyla
akademiyacı hocanın taşeronluğunca yönetilen yerel-olmayan bilgiyle öğrenci zihninin
iğfal edilme süreci almaya başlar.Tüm bu
ağdalı açıklamaları basit bir örnekle dünyevileştireyim: elinize bir tükenmez
kalem, A4 bir kağıt alıp üzerine herhangi bir büyüklükte ,herhangi bir üçgen
çiziniz. Sonra bir kibritle A4 ü yakınız.yanıp ortadan kalkan , başka bir şeye
dönüşen şey Üzerine üçgeni çizdiğiniz kağıt ve çizen mürekkep olacak ama üçgen
varlığını hala sürdürecektir.Çünkü hiçbir üçgen ısınmaz, yanmaz, buruşmaz, buharlaşmaz..Üçgen
elbette varlık sahibidir ama sadece etki olarak.Hoca ile öğrenci konuşurken
ilişkileri yerel-değildir.aynı mekanı paylaşmaları salt fizikidir. Zihinsel karşılaşmaları orada
olmayan bir şeylerce –Geometri, Ahlak gibi uygulama kalıpları ve İşlev, İhtiyaç
Programı gibi işlemcilerce(operatörler)-yönetilmektedir.Pinokyo, bir mimoza
ağacına, yerde bulduğu uçurtma çıtasıyla burnunu karıştırmayı öğretmektedir.Kerkenez
ile sığırcıkların karşılaşmaları da yani arayüzde beliren ilişkilenmenin
maddileşme tarzı her zaman şimdi’ye ve burada’ya ait olacaktır.Her zaman, her
seferinde hep başka bir arayüz maddileşmesi yani Form u olarak asla tekrar
edilemez ve tersinmez şekilde cereyan edecektir.Kısaca Form mimarlığın bize
öğretmeye çalıştığı statik bir bilgi
türü değil ,hoca ile öğrenci arasındaki
şahsiliklerin inşasını emprovize
gerçekleştirecek ilişkilenme
tarzının ta kendisidir.Mimarlık eğitimi jargonu Form lafını ağzına pelesenk ediyorsa bu
akademiyacılığın zerre kadar yerel-olmakta kifayetsiz kaldığı , ona durumdan
sıyırtma yolunu açtığı içindir.
Öklidçi Form’larından sonra şimdi de nekrofil Akademiyacıların İşlev dedikleri artık
ağızlarına sığmayan Newtoncu sakızlarına bir göz atalım:
Bir yapısallığın kendi bütünsel varlığına kavuşma sürecinde, kendi bünyesini dış dünyaya bağlama
koşullarından biri de İşlev kavramıdır. Yani İşlev yapısallığın
kurucu temel ögelerinden değil, artık orada durmakta olan entite’nin tahkim
edici bir bileşenidir. Yapı bütünlüğe doğru erişirken, sürekliliğini sağlamak üzere,
kendini dış dünyanın içinde yuvalandığı ve kendisinin de alt parçası olduğu
daha karmaşık bir düzenin işleyişi adına bünyesine İşlevi de yedirip devam eder.
İşlev yapının oluşum sürecinde edinilen bir işleyiş yönlendirimidir . Bütünlüğe doğru yapılanma
süreci devam ederken İşlev’de yapıda
gömülü bir belirme halini alır. İşlev bu nedenle durduk yerde test edilemez , işlerlik içinde ait olduğu yapıdan
ayrıştırılamaz bir yapıyı doğrulama kriterine dönüşür.İşlev bir feedback
mekanizmasıdır.Açıktır ki İşlev bünyede oluştuktan sonra İhtiyaç olanı tarif eder. Tasarım atölyelerinin kadim simsarlarının
yaptığı gibi önce ihtiyacın belirlenip-ihtiyaç programı- , sonra bu ihtiyacın işlevini oluşturmaktan bahsetmek, tatlı su
gölünün dibinde yüzerken bardağa göl suyu doldurup içmeye çalışmak kadar akla ziyan bir şeydir. Ve Akademiyacılar
bunu her Allahın günü –belki şu an da bile- mimarlık eğitimi diye yapmakta ,
eğitim demokrasisi gereği olduğunu ihsas ederek öğrencilerine kendi bardaklarınızı seçin! diye ‘adil hocalık’ gösterisi
taslamaktadırlar. .Ey öğrenci bardağını
seçebilme basiretin yoksa biraz literatür tara !,
boşuna Amerikayı yeniden keşfedecek seçme kriteri arama! denmektedir.İşlev
Fonksiyonuna !! geçmeden önce ben de Tasarım denilen şeyin tam da kendisinin ,başka başka Amerikaları her gün yeniden
keşfetmek olduğunu söyleyeyim ve düşüncenin seri katili bu cahillere bir hatırlatma yapayım; eğer Amerika defalarca ve farklı tarzlarda sürekli
yeniden keşfedilmese Amerika olarak bedene gelemezdi, gelemeyecektir.Hiç olmazsa
yaşamlarınızda birkaç dakika kendiniz olma haysiyeti gösterin.Kutup yerlileri, Kolomb
Seyahati, Blue-Jean’in icadı, Bob Dylan şarkıları,Kuzey-Güney
savaşları,Kızılderililerin asimilasyonu ,Batı Demiryolu,Ford’un T modeli
,hunhar Kennedy Cinayetleri, Hollywood , Vietnam yenilgisi, Siyam Balığı filmi
, Beat kuşağı ve Woodstock’lar, hatta menfur 11 Eylül saldırısı ….hepsi ama
hepsi Amerikanın yeniden keşfi
girişimidir.Hepsinde Amerika orada ve onlarla yeniden kuruldu.
şu cahillere bak
dünyanın sahibi onlar!! diyordu galiba Siya Siya Bend, o güzelim Fatih Akın
filminde..
Şimdi
17. yüzyıldan
beri matematiğin ana kavramlarından biri olan
işlev’in/fonksiyonun ne olduğuna
asli alanından yani matematikten bakarak hesaplaşmaya devam edeyim;
İşlevin matematiksel yani
biçimsel ve kuramsal tanımı şu şekildedir:
Her
için,
ilişkisini
sağlayan
bir ve bir tane
elemanı
vardır.
Bu durumda
üçlüsüne işlev adı verilir. İki tanım daha:
,
işlevinin tanım
kümesidir,
ise varış
kümesidir.
Fonksiyon, açık bir şekilde bileşenleri tanımlanmış iki kümenin eşleşme bağımlılığını gösteren işlemdir. Kümeler
birbirlerini var kılacak hayati zorunluluğun
dayattığı tanımlar değildirler. Fonksiyonlar, ikiside birbirinden farklı
karakteristiğin biraradalığının birbirleriyle sanal bağıntı koşulunu ortaya
koyarlar. Fonksiyonlar, elemanları bir küme teşkil ettiği varsayımından yola
çıkarak bir kümenin,yine elemanlarının bir küme oluşturduğu varsayılan diğer
bir kümeye doğru bağıntılandırılmasıdır.Yani
hazır bir kümenin sonra bir başka hazır küme ile bağıntılandırılması demektir. Akademiyanın mimarlık tasarımına
uyarladığı cinayet silahı olan İşlev-Fonksiyon jargonunun, nasıl atalet halinde donuk bir dünyayı
kullanabildiği burada açığa çıkar: Akademiyanın
işlev diye kastettiği şey, insanın faaliyetinin, insan yapımı fiziki
çevrenin bağıntısı haline getirilmesinin ta kendisidir. İnsan örneğin bir
binanın her elemanına bağıntılandırılan ayrı bir elemana -decoder- sahip kılınmalıdır.
Onlar için İnsan bina’ların bir fonksiyonudur. Hatırlayalım;
verilmiş bir
fonksiyonu,
'nın her elemanını bir biçimde
'nin bir
ve bir tek elemanına
götürür/elemanıyla ilişkilendirir.



Bu
akademiyacıların atölye /stüdyo simsarlarınca Bina’nın Fonksiyonel İşlerliği olarak sunulur. Durumu biraz daha
inceltelim; akademiyacıların jargonu ile Kültür merkezi ihtiyaç programında bir
Konferans salonu olsun. Konferans Salonu 300 kişilik ve
salon+sahne+fuaye+servisler=700 m2 alana sahip olsun.Öğrenci ye verilen ‘kritiklerde’(!)
şu cümle muhakkak geçecektir ‘’..Konferans Salonunun… hımmm….işlevi hımmm..…şöyle ..ya da…hımmm… böyle…vs..?’’..bu
boş bir konuşma,işleve dönük manasız bir
atıftır.Konferans salonu bir işlev
değil binadır. Matematik kökenine
göre işlev , kesinlikli olarak bir kümenin
kendi tanım aralığında bulunabilen bir
sabit niceliğin başka bir kümenin tanım aralığındaki tek bir
sabit nicelikte karşılık bularak o şeyle bağıntılanmasıdır.Yani
işlev/fonksiyon bir küme değildir.İşlev
bir yapının hep kendi üzerine düşen
kendi gölgesidir.Yok işlevle kastedilen insani faaliyetin türü ise o zaman
akademiyacıların büyük çıkmazı belirir; Konferans salonunun işlevi olamaz , zaten o bir işlevin
maddileşmiş statik düzenidir. Toplanma
işlevini gören sosyal mekansal bir
kategoridir. İşlevle kastedilen gerçekte toplanma faaliyetidir. Güzel de ben bir ağacın altında da
toplanırım..Tüm zamanların en iyisi Büyük Louis Isidore Kahn çıkar ‘’ okul bir
ağacın altında toplanmayla başlar’’ der..Konferans salonunda toplanma işlevinin
–ki toplanma işlev değil 3 temel insani faaliyet programından ; karşılaşma ,buluşma, toplanma’dan biridir,burada akademiyacı ağzından konuşma gereği bu şekilde
ifade edilmektedir- modernist eğitim paradigmacılarınca toplanma adına baştan
önerildiği açıktır.Yani bir kültürel ilişkilenmenin olma şartı bir
binada konferans salonunda yer işgal etmekten geçmektedir.Şimdi de kültür şüpheli haldedir.Çünkü bu talep ,’hadi bakalım çocuklar!! bir Kültür Merkezi
yapın!!’ talebi gösterir ki, Akademiyacı için aynen kendi hayatı gibi
kültür de kültür merkezlerinde
sporlanarak üretilebilen bir mantar türüdür.-belki ileride ,HO!
,akademiyacılar içinden daha iyi olanları
,‘kültür’ün bir oluşma değil ,insani bulunma tarzlarının toplum ya da doğayla
ilişkilenmesinde beliren çözünme’nin maddileşmesi olduğuna ikna edebilecektir- Sadece toplanma değil buluşma
ve karşılaşmanın tüm olası açılımları durdurulmuş, dondurulmuş ve ambalajlanmıştır.
Tüm İhtiyaç Programları gerçekte çizime dökülmemiş bir ve ‘tip projedir’. Öğrencilerin
yaptık zannettikleri projeler,aslında ihtiyaç programını ‘işlevlendirenlerce’
–atölye/stüdyo hocalarınca- çoktan yapılmıştır..‘‘Binanın bir bina fonksiyonu insani faaliyetin
yeryüzünde açılışa gelecek engin potansiyelinin, akademiyacı düşüklük
içinde dondurulmuş davranış
yönetmelikleri, uygulama kalıpları
halinde zapt-ı rabt haline getirilmesi söz konusudur.Sanırım iyi niyetlerle
götürüldüğü varsayılabilecek bir edim olamaz bu durum. Düşünün, atölye/stüdyo
da Jüri fikir birliği içinde, böyle
işlevlendirilmiş bir İşlev den bahsederken, aynı anda komşu sınıflardan birinde master tezi jürisi
yapılmaktadır ve Heidegger’in varlığın
kendini olmaya açmasından şehvetle bahsedilmektedir.Bir
öteki sınıfta ise mimarlık tarihi dersinde, skolastik felsefenin, arş-ı
ala’da son bulabilecek, mutlak mükemmel düzenine doğru kategorizasyonlar silsilesi oluşturmaya
soyunmuş Ortaçağ zihni olduğu anlatılmaktadır.(..ki bu bile iyimser bir
örnek.Mimarlık tarihi derslerinin, çoğu
okulda neredeyse merhum Faik Reşit Unat’ça verilmesi durumu vardır).. İşleyişin klinik
tanısını siz koyun..
sonuç
yerine:
alternatif değil asli eğitim ilişkilenmeleri
modu önerisi: rezonanslar diyalektiği..
’….Tabiattaki bütün sistemlerin
sahip olduğu bir tabii frekansı vardır. Bu sisteme dışarıdan herhangi bir
titreşim verilirse, verilen titreşimin frekansı tabii frekansa eşit olduğunda
rezonans denen hadise meydana gelir. Titreşimin genliği artar. Mesela asma
köprülerin belirli bir tabii frekansı vardır. Rüzgar etkisiyle köprü sallanmaya
başlayınca, frekansı tabii frekansa erişirse, köprü yıkılmaya kadar gider.
ABD’de bulunan bir asma köprünün_Tacoma_ rezonans sebebiyle yıkılması tarihi
bir vak’adır. Benzer şekilde masa üzerinde duran su bardağının da kendisine has
bir tabii frekansı vardır. Bu frekansa eşit bir frekansta ses çıkarıldığında
bardağın paramparça olması deneylerle görülmüş olaylardandır.’’
Rezonans Eşlenikliği yerkürede cisimler-şeyler arası ilginç bir etkileşim
türünün örneğidir. Kendi potansiyeli içinde içsel titreşimsel gerilimlere sahip
olan bir düzen etkileşime girebileceği türden başka bir düzenle karşılaştığında
içsel gerilimlerin enerjisi, titreşimsel düzlemde içinde bulundukları boşluğu
dalgalanmalarla genleştirmeye başlar ve bu boşluk genleşmesi sonsuza gitme
eğilimi taşır. Tınlama olarak tanımlanan bu eşleşme ve birbirini doğura
doğura hareketini sürdürme eğilimi başka
bir enerji formuna dönüştürülmedikçe ya da sistemin enerjisi
soğurulmadıkça teorik olarak hiçbir
zaman sona ermez. Bir tür düzen kırılması olarak ‘Uç’ örgütlenmelerinin yapısal
belirimi olan Rezonans Eşlenikliği yeryüzüne ait bir harmonik
korelasyon-uyumluluğun üzüm üzüme baka baka lıktan gelmesi-
yani Ahenk hali olarak ta
görülebilir. Fakat sonuçta Rezonans Eşlenikliği gerçekte düzen kırılması ya da
etkileşen sistemler arasında bir tür özdeşleşme halinden doğan simetri/denge
kırılmalarının da başlangıç düzeni olabilir. Bu yıkıcı sürecin devamında
kontrol dışı gelişen yeni bir oluşumun önü açılır. Bu yeni oluşum hem bir tür
bütünlük karakteri, hem rezonans’a giren sistemlere hiç benzemeyen yeni türde
dinamikler yaratır. Dolayısıyla düşünce etkileşimi için iki farklı etkisel
kaynağın birbirlerine doğru korelatif odaklar–birbirini dönüştürür etkileşime
uyarlı odaklar-haline gelmesi gerekir. Şimdi bu süreci okul içi tasarım
atölye-stüdyo çalışmalarında insan ilişkilerine uyarlamak için, bu türden bir
korelasyonun gerçekleşme koşullarına yoğunlaşılması gerekir. Önerilen şey bir
sistem değil ‘mod’ tur.Sürecin ‘rasyonalize edilebilir’ ve ‘rasyonalize
edilemez ‘başka başka yönlerinin olduğu su götürmez.’Rasyonalize edilebilir
‘yönü için birinci koşul, hoca-öğrenci
ayrımı yapılmadan henüz üzerinde hiç kimsenin çalışmamış olduğu ücra’da kalmış bir
tasarımsal problematiği keşif ve inşa için başlangıç koşullarının mevcut üzerinden yaratılmasıdır(geniş sondaj sahası ),ikincisi
yerellik
şartı (problemin şahsa aitliği ve araçların kişiselliği-aktive olma-) ve üçüncü
koşul problematiğin
muhit ’inin yeniden yaratılmasıdır-atölye-stüdyo mekanında ya da
değil-.Tüm bunların da sadece mimarlık ya da sadece eğitim kaygılarıyla değil
geniş yelpazeli, çok-kutuplu ,saçaklanıp,dallanıp budaklanmış ve gündelik yaşam
gereksinimlerinin ‘orada’ çalışarak tedarik edildiği bir sosyallik ortamında
filizlenmesi gerekmektedir.Yani tasarım atölye/stüdyosunun gerçekte ‘herşeyin üniversitesi’ olan bir ortamdan
türemiş herhangi bir vektörel büyüklük olmasını düşünün.Henüz kaynamakta olan
suyun yüzeyinde beliren ilk habbeler
gibi. Eğer bu sağlam dayanakları olan geçerli bir düşünceyse, gelecekteki
üniversitenin makro yapısında da radikal değişiklikler olacak demektir. Üniversite
mekan salkımının sadece yaşamın yeniden
tasarlanmasına ait komüniteler halinde örgütlenme gerekliliği kaçınılmazdır. Doğa Düşüncesi (şimdiki tuhaf
bilim-mühendislik karması ucubenin),Tasarım Düşüncesi (mimarlık başta
olmak üzere her tür türevinin) ve Toplum Düşüncesi (beşeri bilimler
alanı) ve ilgili komüniteleri, üç yeni araçsallık olarak şimdiki üniversiter
disiplinlerin ve yerleşim biçimlerinin yerini alacaktır. (*2)
Heyy!!
Mr/Mrs Academicianist..
Jesus
loves you more than you will know..
HO! too..
So coming soon.!..HO! will bury to you into your foul-smelling Project’s..
(*1): Akademiyacıların
hemen hepsinin, 10-12 sözcüğü aşmayan bir repertuarı papağan gibi 20 yıl tekrar
ede ede ‘öğrencilerinin zihinlerini’ nasıl sindirdiğini görmek için hemen en
yakınınızdaki mimarlık bölümünü ziyaret ediniz.
(*2) Bugün üniversiter bilgi
akışları totaliter sistematiğinin sinsi hamisi olan tıp eğitimi için tıp
yerleşkeleri üniversiter bir kategori olmaktan çıkacaktır. Hastane mekanlarının
gelişiminin etki alanı içerisinde, mikro-kentler olarak serpilecekler ve salt
tıp alanı ilişkilenmeleri içinde sürdürülebilen bir topluluğa evrilerek,
üniversite dışı sosyo-teknolojik altbirimler haline geleceklerdir. Bugün dahi mega-hospital’lerin , devasa 5000
yataklı hastanelerin yapımı söz konusudur ve mega –hospital’i kullanacak bu
kalabalık,dallanıp budaklanmış ,fiziki büyüklüğü içinde ezilmiş tek bir bina içine tıkıştırılmak üzere
organize edilmektedirler. Kaçınılmaz..! Patlayacaklardır..!.
* ho! yeryüzü kuvveti… bünyesinde yapılandırılacak olan tüm tartışma ve korelasyon
programlarında bu bildirgeler; Kenan Güvenç için bağlayıcıdır ve temel teşkil
etmektedirler.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)